Reklam
Reklam
Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

Kur'an Anlatıyor da Kim Dinliyor?

14 Ekim 2020 - 18:06

Son günlerde gündeme oturan meselenin adı, cemaatler ve tarikatlar. Bir şeyhin çocuk istismarı ve ardından bir hekimin evlilikle ilgili sözleriyle tartışma yeniden alevlendi. Tabii sadece bu olaylar değil, daha pek çoğu sıklıkla gündeme düşüyor. Benzer karakterli bir yapının 15 Temmuz felaketine sebep olması, hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Dolayısıyla yaşananlar, hep bir acaba sorusunu sorduruyor. Yeni 15 Temmuzlara mı gidiyoruz ya da benzerini yaşar mıyız gibi..
            Tarikat ve cemaat yapılanmalarının, günümüzde hiçbir yasal tarafı yoktur. Buna rağmen, gönüllülük esasıyla oluşturduğu geniş bir kitlesi vardır. Bu yapılar tarihte olduğu gibi, toplumun büyük bölümünü inanış olarak etkileme gücüne sahiptir. Dolayısıyla yaşananlara, birkaç sıradan olay olarak bakılamaz.
            Tarikat ve cemaatlerin tarih boyunca; toplumun siyasi yapısına, inanış biçimine, yaşam tarzına devasa tesirleri olmuştur. Bu yüzden günümüzde yaşananları, bu tarihi seyirden ayrı düşünmek mümkün olmaz.
            Mesele son derece çetrefil olup, öyle kolay anlatılacak bir mesele değildir. Zira Kur'an'ın bütün bilgilendirmelerine ve açık hükümlerine, Muhammed Aleyhisselamın bütün gayretlerine rağmen, Müslüman toplumların farklı yollar ve metotlar araması ve bunları geliştirmesi, incelenmesi gereken konulardır.
            Düz ve sade bir mantıkla şu soruyu sorarak, meseleyi açabiliriz diye düşünüyorum. Müslüman toplumların hayatında tarikat, cemaat, meşrep yapılanmaları var mıdır? Vardır. Hem de bin küsur yıldan fazla süredir devam etmektedir.
            Peki, Kur'an'da tarikat, cemaat, meşrep ve hatta mezhep yönüyle en ufak bir emare var mıdır? Yoktur. Muhammed Aleyhisselamın 23 yıllık tebliğ süresince, bu anlamda bir gayreti ve öğretisi olmuş mudur? Olmamıştır. Buna rağmen asırlardır bu yapılar, İslam'ın içinde varlığını nasıl sürdürmüştür?
            Daha çarpıcı bir ifadeyle söylemek isterim. İslam'ın içinde ama İslam'ın yani Kur'an'ın ruhuna aykırı bu yapıların hala yaşıyor olması, Kur'an bilgisine sarılanları derin derin düşündürmektedir.
            Ben o şekilde düşünen bir Müslüman'ım.
            Dinin içinde ama dinin ruhuna aykırı bu yapıların siyasi, sosyal etkileri din sosyolojisini ilgilendirir ve bu konuda ciddi akademik eserler yazılmıştır. Ben konunun, ziyadesiyle nasıl bu hale getirildiği üzerine kafa yoruyorum.
            Kur'an bilgisine dayanmadan bunu yapmak mümkün olmaz.
            Âdemden itibaren Allah her topluma bir nebi resul göndererek, varlığından haberdar etti. Her birine kitap verdi. İnsanı nasıl inanması, nasıl yaşaması konusunda bilgilendirdi. Kesintisiz her nebi resul geldiğinde, toplumların sapkın düşünceleri ve inanışları vardı. Bu yüzden onların mücadelesi çok çetin geçti.
            Aynı zorluğu Muhammed Aleyhisselam da yaşadı. O'nun tebliğine tepki gösteren Mekkeliler, 'Bizi atalarımızın dininden döndüremeye mi çalışıyorsun' dediler.
            Bu ifade son derece önemlidir ve tarihi bir karaktere sahiptir. Allah her nebi resulünü gönderdiğinde ve onlar ısrarla tebliğde bulunduklarında, aynı itirazla karşılaştılar: 'Atalarımızın dinini bırakamayız'.
            Aslında bu atalarımızın dini söylemi, o toplumların gelenek ve görenekleri, inanış biçimleri ve yaşam tarzları demekti. Onları terk edip, tevhit inancına uyum sağlamaları kolay olmadı. Kimisi yürekten kabul etti. Kimisi yarım yamalak. Kimisi de, atalarının dininden uyarlamalar yaparak..
            Muhammed Aleyhisselam tebliğinde, bu kangren olmuş toplumsal tepki ile karşılaştı. Bu yüzden mücadelesi çetin geçti. O görevini yerine getirerek bu âlemden göçtü. Fakat toplumların ruhundaki tümör, onun vefatından sonra hemen alevlendi. Emeviler döneminde mistik bir hareket başladı. Buna züht hareketi de denmektedir.
            Bu bir teoriydi ve mistik bir temelde yürüyor ve sufilik hareketini oluşturuyordu. Abbasi döneminde daha geniş bir karakter kazandı. İslam öncesinin mistik kültürüyle, Kur'an'ın pek çok ayetini harmanlayıp bir sentez meydana getirildi. Kur'an ayetleri, bu İslam öncesi mistik kültürün kavramlarıyla anlamlandırıldı.
            Bu hareket, iki asra yakın sürede alt yapısını hazırladı ve 9. yüzyıldan itibaren tasavvuf hareketi olarak ortaya çıktı.
            Bu konuyla ilgili araştırmalar ve bilimsel çalışmalar şunu göstermiştir. Böyle bir akımın doğmasında, referans kesinlikle Kur'an değildir. Çünkü yukarıda zikrettiğim 'atalarımızın dini' tercihi, bu akımın doğmasında birinci derecede etkili olmuştur. Çünkü bu alt yapı, İslam'ın içinden doğan bir olgu değildir.
            Peki nedir?
            'İlk yüzyılda Emevi Abbasilerin geniş toprakları üzerinde; yani İran ve eski Mezopotamya'daki Budizm ve Maniheizm gibi dinlere dayalı Hint-İran kültüründen etkilenmiştir.
            Yine Helenistlik döneminin Gnostik ve Neoplatonik felsefesinden etkilenmiştir. Ayrıca Yahudi ve Hıristiyan mistik geleneğinin kalıntıları da etkili olmuştur. Buna Suriye ve Mısır'ın mıntıkalarındaki mistik kültür kalıntılarını da ilave edebiliriz,' (Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, İslam Tasavvuf ve Tarikatlar başlıklı makale, sf: 8–9, Türkiye Günlüğü Dergisi, yıl 1997, sayı:45)
            Kolay anlaşılması bakımından; benim ‘atalarımızın dini' olarak tarif ettiğim, bu tarihi sapmayı Ahmet Yaşar Ocak hoca siyasi ve sosyal delilleriyle ortaya koymuş. Yani tasavvuf; İslam'ın içinden değil, dışındaki kültürlerin etkisiyle ortaya çıkmış ve bugün etkisi halen devam eden sentezdir. Ne yazık ki bu sentez; ilerleyen asırlarda tarikatlara dönüşecek ve Müslümanların hayatında, Kur'an dışı bir inanış sistemi haline gelecektir.
            Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, önce sufilik, sonra tasavvuf ve nihai olarak tarikatlara dönüşecek olan bu yapının; aslında Kur'an dışı bir sentez olduğunu doğrulayan şu tespitleri de yapmış makalesinde:
            Özetle; tasavvuf dediğimiz bu sentez, İslam'ın beşiği olan Hicaz bölgesinde değil de, Mısır, Suriye, Irak ve İran gibi mistik kültürlerini koruyan ülkelerde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla ilk mutasavvıflar dediğimiz Maruf Kerhi, Beyazıt Bestami, Hallac Mansur, Mısri gibi isimlerin Hicaz bölgesinden değil de, ismi geçen ülkelerden çıkması tesadüf değildir.
            Bir başka önemli veri; ilk mutasavvıfların çok azı Arap, genelde mevali dediğimiz Arap olmayan isimlerden oluşmasıdır. Bunlar bir iki nesil önceden ya Hıristiyan ya Zerdüşt ya da maniheist aile yapılarına sahip sosyo-ekonomik tabandan gelmektedir. Bu durum; İslam öncesi mistik kültürlerin, tasavvuf yoluyla İslam'a nasıl eklemlendiğini göstermektedir.
            Yine bir başka tarihi veri şöyledir.
            Muhammed Aleyhisselamın tebliğindeki tevhit inanışı, 'Atalarımızın Dini' ya da önceki kültürlerin mistik duygusuyla bir uyumsuzluk süreci geçirmiştir. Önceki kültür ve medeniyetler, İslam'ın tevhit akidesini yalın ve kuru bulmuştur. Bunu yumuşatmak için, tasavvuf sentezinin içine kendi mistik duygularını ilave etmişlerdir. Tarikatlarda da benzer süreç yaşanmıştır.
            Gerek tasavvuf ve gerekse tarikatlar yoluyla Müslümanların hayatındaki din, Allah'ın dini olmaktan çıkarılmış ve halkın dini haline getirilmiştir. Bu acı realite günümüzde de devam ediyor. Elbette herkes tarikata ya da tasavvuf yoluna bağlı değil. Ancak onların yaydığı hava, toplumda oluşturduğu izlenim, mistik kabuller ve daha nicesi artık din haline gelmiştir.
            Özellikle tarikatlar meselesi; tarih boyunca toplumsa işlevi, siyasi faydaları ve sosyolojik temelleri üzerinde ele alınmıştır. Ama hiç kimse, bu vakıanın Kur'an boyutuyla ilgilenmemiş. Neden ve niçin sorularını sormamıştır.
            Mesela, Said Nursi'nin tarikatlar konusundaki şu görüşleri çok ilginçtir:
            'Risale-i Nura hizmet eden imanını kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mümini velayet(velilik) mertebesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır.
            Çünkü iman, ebedi saadet kazandırdığı için, bir mümine dünya kadar ebedi saltanat temin eder. Velayet ise müminin cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaptır.' (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sözler Yayınevi, İstanbul 1988, sf: 37)
            Bu sözler ülkenin yaklaşık bir asrına büyük tesirleri olmuş bir adama aittir. Başlangıçta yüzleri, sonra binleri, sonra milyonları inanış olarak etkilemiş bir adamdan bahsediyorum. Açtığı çığırın, ülkeyi ne hale getirdiğini hatırlatmama gerek yok.
            Ancak görmemiz gereken acı hakikatler var. Eserlerinin genelinde ve dahi naklettiğim sözlerinde, en az bin yıllık işleyen süreçteki sentez kalıntıları var ve onların hiç birisinin Kur'an bilgisiyle alakası yok.
            Öncelikle iman, kurtarılacak bir nesne değildir. Kur'an'a göre bir davettir ve zorlama yoktur. Muhammed Aleyhisselama dahi, insanların iman etmesi konusunda bir yetki verilmemiştir. Yine Kur'anda geçen 'Size ne olacağını ben bilemem' ayetinde, bu apaçık görülür. Öyleyse Muhammed Aleyhisselama verilmeyen yetkiyi, Nursi nasıl kendisinde bulabiliyor?
            Tarikatlardaki velayet konusunu tasdik ediyor. Kur'an'ın hangi yerinde böyle bir şey var. Muhammed Alayhisselam 'ancak bir müjdeci, bir uyarıcı ve bir şahit' olarak görevlendirilmişken, kullar nasıl oluyor da onun sahip olmadığı hayali makamlara oturabiliyor.
            Said Nursi, sevap ve günah konusunda hüküm koyuyor. Kur'an'ın bildirdiğinin dışında, kim sevap ve günah hükmü koyabilir? Üstelik Allah, bu konuda Resulünü uyarmışken.
            Risale-i Nura hizmet eden imanını kurtarıyorsa, Kur'an ne oluyor?
            En az bin yıllık tortuların, nasıl devam ettiğini göstermek için bu satırları yazıyorum.
            Bana ısrarla soruyorlar. Niye hep Kur'an üzerine yazıyorum diye. Yazmayayım da ne yapayım? Asırların tortularını, tümörlerini ve virüslerini ayıklamak kolay mı? Bu konuda çalışan değerli din âlimlerinin nasıl dışlandığını görmüyor muyuz?
            Kur'an bilgisine ulaşanlar, bütün bu yanlışları söylemek ve anlatmak zorundadır.
            Prof. Dr. Mehmet Demirci'nin su tespitlerine hak vermemek elde mi?
            'Tarikat meselesi hassas bir konudur. Tasavvuf nedir, tarikat ne demektir, şeyh kime denir? Bunlar hakkında doğru ve yeterli bilgiye sahip olmadan, ruhi bir ihtiyaçla veya modaya uyarcasına hareket edilirse, birilerinin tuzağına düşmek kolay olur.' (Türkiye'nin Çağdaşlaşma Problemi ve İslam Sempozyumu, 3–4 Mayıs 1997, sunulan tebliğden)
            Kur'an anlatıyor tamam da dinleyen kim? Hem de asırlarca'

Bu yazı 5553 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum