Kazım GERMİYANOĞLU

Kazım GERMİYANOĞLU

kgermiyanoglu@hotmail.com

Üçüncü Dünya Savaşı Başladı mı?

28 Aralık 2015 - 11:48

Resmen ilân edilmemiş olsa da, Üçüncü Dünya Savaşı'nın fiilen başladığı ve şu anda Suriye'de devam etmekte olduğu konusunda emareler bulunmaktadır.
            Bu savaşta; Türkiye'nin yeri ve pozisyonu konusunda, şu anda net bir şey söylemek mümkün değildir.  Ancak, I. Dünya Savaşı'nda olduğu gibi, bu savaşta da asıl hedefin; Türkiye olduğu ve Türkiye'yi parçalayıp, küçük ve etkisiz bir devlet konumuna getirmek ve hatta tamamen tarih sahnesinden silmek konusunda anlaşıldığı ve fırsat gözlendiği, bu konunun uzmanları tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmektedir.
 Yani Sevr; 10 Ağustos 1920 tarihinde, işgal altındaki bir devletin hükûmetine, çeşitli baskı ve entrikalarla imzalattırılan, ama dağıtılıp kapatılmış olması sebebiyle Osmanlı Mebusan Meclisi'nce onaylanmayan ve TBMM tarafından da şiddetle reddedilen, bu nedenle tarihçiler tarafından 'ölü doğan çocuk' diye adlandırılan kâğıt üzerinde kalmış bir antlaşmadır Sevr.
Türk Milleti'nin verdiği çetin mücadele sonunda, imzalamak zorunda kaldıkları 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması'na rağmen, kendi hazırladıkları ve şiddetle arzuladıkları Sevr Antlaşması'nı, rafa kaldırmak zorunda kalsalar da vazgeçemedikleri ve ilk fırsatta tekrar gündeme getirmek için fırsat kolladıkları bilinen bir gerçektir.
            Gelişen olaylar ve gelinen noktada; her iki dünya savaşı öncesinde ve başlarında çatışan bloklar ve bu blokların yaptığı hazırlıklar ve faaliyetlerle benzeşen çok tehlikeli gelişmeler göze çarpmaktadır. Namluları birbirine çevrilmiş, dünya çapında üne sahip büyük savaş gemilerinin, Doğu Akdeniz başta olmak üzere, Dünyanın birçok yerinde demirleyerek denizleri ısıtmaları, havada görünürde koalisyon ama gerçekte rekabet halinde faaliyet gösteren ve karada asker sivil hiçbir hedef ayırmaksızın sürdürülen vahşi saldırılar, daha önce yaşanan iki umumî savaşın başlarında yaşanan olaylarla büyük benzerlikler göstermektedir.
            Türk hava sahasını ihlâl ettiği gerekçesiyle, Türk F-16'ları tarafından düşürülen Rus jeti, şu anda Türkiye- Rusya arasında bir sıcak savaşa dönüşmese de, çok katı bir soğuk savaşa neden olduğu ve bu krizin, her iki ülkenin tarihî ve ezelî düşmanları, Ortadoğu'da gözü olan ABD, AB ve sınırlarını genişletme fırsatı yakalamaya çalışan İsrail gibi devletler tarafından kaşındığı ve iki devletin kapıştırılmaya çalışıldığı da gözlerden kaçmamaktadır.  
            Daha önce yaşanan iki dünya savaşının birincisinde Türkiye, savaş dışında kalmak için büyük çaba sarf etmiş olmasına rağmen, devleti yönetenlerin gafleti ve tecrübesizlikleri sebebiyle işledikleri hatalar yüzünden büyük bir imparatorluğu feda etmek pahasına da olsa bu savaşa girmekten kendini kurtaramamıştır. İkinci savaş ise, bütün tazyik ve kışkırtmalara rağmen uygulanan başarılı politika sayesinde, hiçbir yara almadan, sadece kıtlık ve yokluk çekilerek savuşturulabilmiştir.
            Yıl 1914, Ekim ayının sonları, sert ve soğuk bir sonbahar günü;  gece yarısı Osmanlı Hükümeti'nin izni ve haberi olmadan, Türk kıyafetleri giydirilmiş mürettebatı ve direklerine Türk Bayrağı çekilmiş iki Alman savaş gemisi Goeben ve Breslau'ın, gizlice Karadeniz'in karanlık sularına açılarak Rus limanlarını topa tutması, zaten ilişkileri son derece gergin olan iki devletin savaşmaları için yetmişti. Bu olay üzerine Rusya, derhal bir ültimatom vererek Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etmiş ve Rus orduları hem Balkanlar hem de Kafkaslar üzerinden umumî hücuma geçerek İstanbul'a doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bunun üzerine, Osmanlı Devleti de Rusya'ya savaş ilân ederek karşı taarruza geçmiş ve savaşın başlarında tarafsızlığını ilân etmiş ve savaşın dışında kalmış olmasına rağmen bir anda kendini savaşın içinde buluvermişti.
            Avrupalılar, çekindikleri bu iki gücü karşı karşıya getirerek, bir taşla birkaç kuş vurmuş oluyorlardı. Almanlar, rakipleri İngiliz, Fransız ve Ruslara karşı güçlü bir müttefik kazanmış ve savaşı lehlerine çevirmişlerdi. İngiltere ve Fransa gibi, öteden beri Osmanlı topraklarında gözü olan sömürgeci devletler de, hasta adam olarak nitelendirdikleri bu müthiş gücü, tamamen çökertip tarihî emellerini gerçekleştirmek için büyük fırsat yakalamışlardı. Avrupa'nın yenidünyadaki uzantısı ve güçlenmek için fırsat kollayan silâh tüccarı ABD ise, uzaktan bu gelişmeleri sessizce takip etmekte idi.
            Bugün, sistemli olarak uygulanan politikalar neticesinde Türkiye yalnız bırakılmıştır. NATO adı altında dost ve müttefik gibi görünen batılı ülkeler, Türkiye'yi bir yandan kıskaca almak ve diğer yandan da savaş bataklığına sürüklemek için büyük gayret sarf etmektedirler. Türkiye'nin yıllarca uğraştığı ve maddî ve manevî büyük kayıplar verdiği PKK terörüne, açıktan destek vermiş ve vermektedirler. Bu örgütün, Suriye uzantısı PYD ve YPG gibi örgütler masum gösterilerek her türlü silâh ve teçhizat yardımı yapılmakta ve IŞİD bahane edilerek Kuzey Suriye'de güney sınırlarımız boyunca bir koridor oluşturmaları ve bu amaçla Türkmen, Arap ve muhalif Kürt ahali göçe zorlanarak etnik temizlik yapmalarına göz yumulmakta, hatta teşvik edilmektedir. Diğer yandan da Kuzey Irak'ta kurdurdukları özerk Kürdistan'ın bağımsız bir Kürdistan Devleti'ne dönüştürülmesi için hazırlıklar bütün hızıyla devam etmektedir.
            Türkiye için hiçbir zaman tehdit oluşturmayan, hatta ileri karakolu durumunda bulunan Saddam ve Kaddafi yönetimleri birer birer yıkılmış, en son yıllarca özlem duyduğumuz Türkiye-Suriye dostluğunu gerçekleştiren, bize bir vilayetimiz kadar yakınlaşan Beşar Esad Suriyesi, bu yakınlaşmayı hazmedemeyen Batılı ülkeler ve İran tarafından karıştırılarak, iki dost ve kardeş ülke bir anda iki büyük düşman konumuna getirilivermiştir. 
            Yıllar öncesinden bu gelişmeleri görebilen stratejistler; ' Bir gün Suriye de karıştırılırsa, biliniz ki hedef Türkiye'dir.' diyerek dikkatlerimizi çekmişlerdir. Ancak, bizim birtakım hevâ ve heveslerimiz ve gafletimiz bunu görmemizi engellemiştir.
            Şu anda yapmamız gereken nedir? Bu sorunun muhatabı olarak sadece resmi sorumlularımızı görmemeli, hep birlikte topyekûn düşünmeli ve çareler aramalıyız.
 Allah-u Teâlâ "Haksız yere adam öldürenler" in cezaya uğrayacağını ferman buyuruyor:
"Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya uğrar." (Furkân: 68)
'Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (Bakara: 195)
  Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.)' de Hadis-i Şeriflerinde; 'Düşmanlarınızla, onların silahlarından daha üstün silahlarla savaşın, ancak sebepsiz yere kan dökmeyin.' buyurmaktadırlar. Bu ilahî buyrukları ve ömrü savaşlarda geçmiş Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün; 'Geçerli bir nedene dayanmadıkça savaş; bir cinayettir.' sözünü kendimize şiar edinmeli, bir üçüncü dünya savaşının çıkmaması ve çıksa dahi Türkiye'nin bu savaştan yara almaması için gereken her şeyi yapmalıyız. Geleceğimiz, çocuklarımız ve torunlarımız için bu, bizim boynumuzun borcudur. Nasıl ki, bizden öncekiler düşünerek, çalışarak, didinerek bu güzel Türkiye topraklarını bizlere bırakmışsa, bizler de, aynı şekilde düşünüp kafa yorarak ve gerekirse bedenen de yorularak, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan, bizden sonraki nesillere tertemiz bırakmalı, emanete hıyanet etmemeliyiz. 'Biz bu toprakları atalarımızdan miras olarak almadık, biz bu toprakları torunlarımızdan ödünç aldık.' diyerek kanlarının son damlasına kadar mücadele eden Amerika'nın asıl sahipleri Kızılderililer kadar asil olabilmeliyiz.

Bu yazı 1565 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum