Milletçe çok büyük bir felâket yaşadık. “Allah, bir daha böyle acılar yaşatmasın!”
Evet, her felâket sonrası böyle söylüyoruz ama bu felâket ne ilk ne de son olacak.
Dünya kurulduğundan beri birçok âfetlere ve felâketlere sahne olmuş, birçok acılar yaşanmış ve her defasında da bu temenni dile getirilmiş.
Peki, sadece temennide ve duâda bulunmak yeterli mi? Yetti mi? Yetiyor mu?
Alınması gereken birçok tedbîr ve yapılması gereken birçok iş var. Bunlar, değişik ağızlardan, çeşitli platformlarda dile getiriliyor. Ben, burada, farklı bir çözüme dikkatleri çekmek istiyorum.
Depremin ilk gününden itibaren âfet bölgesine koşan birçok televizyon muhâbiri, ilk gün şu haberleri duyurdular:
-Kurtulabilen depremzedeler köy yollarında…
-Çevre köylerde yakınları olanlar yakınlarının yanlarına gidiyor…
-Şehirler terk ediliyor…
Evet köyler… Köylerimiz… Vaktiyle terk ettiğimiz; okulsuz, öğretmensiz, kimsesiz bıraktığımız garip köylerimiz. Bir nesil daha geçse, virâne olacak zavallı köylerimiz…
Biz her ne kadar vefâsızlık gösterip terk edip gitsek de…“Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür; gitmesek de gelmesek de…” diye şarkılar söyleyip, şiirler düzsek de, bize karşı her zaman vefâlı olmuş, en sıkıntılı günlerimizde yine bize kucak açmış Anadolu’nun temel taşı, fakîr ve garip köylerimiz...
Bir düşünün; Millî Mücâdele yıllarında köylerimiz olmasaydı, ne yapardık?...
Düşmanlar, tümenlerimizin, alaylarımızın, taburlarımızın, kolordularımızın bulunduğu birçok şehrimize hiç direniş görmeden, ellerini kollarını sallayarak girip yerleşirken, işgalcilere karşı örgütlenen yiğit direnişçilerimize kucak açanlar kimlerdi? Aylarca dağlarda gerilla savaşı veren direnişçilerimiz nerelere sığındı? Onlara kim ekmek taşıdı; kimler yedirdi, içirdi? İşgale uğrayan şehir ve kasabalardan kaçan onca insanımız, nerelere, kimlere sığındı?...
Demirci Kaymakamı rahmetli İbrahim Ethem Bey, Gördes ve Demirci işgal edildikten sonra dağlara çıkıp Gördesli ve Demircili Akıncılarımızı örgütleyerek, 18 ay boyunca düşmanı deli eden bir gerilla savaşı vermesinin yanında, yaşadıklarını da günü gününe not ederek bizlere çok değerli bir eser bırakmıştır. O zamanın Türkçesiyle kaleme aldığı bu kıymetli eserini, daha sonra valilik yaptığı dönemde “DEMİRCİ AKINCILARI” adıyla kitaplaştırıp bizlere önemli bir kaynak olarak bırakmıştır. Eğer bu değerli eseri bırakmasaydı, o yıllarda yaşananlar zamanla söz olup uçup gidecekti. Böyle bir eser bıraktığı için ona ne kadar teşekkür etsek ve hayır duâda bulunsak azdır.
Bu nâdîde eserin, bu günkü ve gelecekteki nesiller tarafında da okunup anlaşılması ve yaşatılması için, on yılı aşkın bir çalışma sonunda dilini sâdeleştirip romanlaştırarak “YANGIN” adıyla genç kardeşlerimin istifâdesine sundum.
Amacım; Milletimizin yaşadığı o sıkıntılar, acılar ve elemler unutulmasın. Makbûlelerin, Halillerin, Pehlivanların, İbrahim Ethemlerin, Hacı Ethemlerin, Molla Mehmetlerin ve daha birçok kahramanların yazdıkları o ölümsüz destân yaşatılsın, bize ışık olsun, ilhâm olsun…
Okuyanlar bilirler; Kaymakam İbrahim Ethem Bey kumandasında, dağlarda, düşmana karşı mücâdele veren o kahramanlar, 18 ay gibi uzun bir sürede nerelerde, kimler tarafından barındırılmış, yedirilip, içirilmiş…
Bizim fakîr ama gönlü zengin, buruk ama vefâlı, sevdâlı, vatan aşkıyla dopdolu köylerimiz, köylülerimiz olmasaydı, acaba dünyaya meydan okuyan o kahraman mücâhitler, neyle beslenir, nerelerde yatar, kalkarlardı?
Herhalde, o kahraman Gazi Kaymakam, bunlar unutulmasın diye o yüce eserini kaleme alarak bizlere bırakmış. Bunlar mutlaka unutulmamalı.
Evet köylerimiz…
Terk edip gittiğimiz ve hâlen de terk etmeye devam ettiğimiz o göz bebeği mekânlarımız…
İçin için ağlıyorlar… Buruk, kırgın ve hüzünlüler…
Lâkin biz duymuyoruz, duyuyorsak da aldırış etmiyoruz.
Gözümüzü şehirlerin şatafatlı yaşantısına çevirmiş, köyümüzü, tarlamızı, toprağımızı, evimizi, obamızı terk edip sonu belli olmayan bir meçhûle doğru yol alıyoruz.
1960’lı yıllarda başlayan sanayileşmeyle birlikte, köy ve kasabalarımızdan büyük şehirlerimize göçler başladı. Önceleri yavaştı bu göç, sayılı ailelerdi gidenler, ama yıllar geçtikte arttı. Hele son 25 yılda, insanlarımız akın akın büyük şehirlere göçmeye başladılar. Köyündeki kendi işini ve düzenini bırakarak, şehirlerde ya bir kapıcılık ya da bir fabrikada asgari ücretli işçi olarak şehrin o sisli ve bulanık havasına teslîm oldular.
Kazançlarının büyük kısmını, ev kiralarına ve işlerine gidip gelmek için yol parası olarak verdiler. Karı koca fazla mesaiye de kalıp sabahlara kadar çalışarak aile düzeni de kalmadı. Kimisi çocuk yapmaktan korktu, kimisi de başkalarına bıraktı çocuğunu. “Saldım çayıra, Mevlâ’m kayıra” diyerek çocuklarımızın, büyük şehirlerin olumsuz havası içinde boğulup gitmelerini seyrettiler. Anlayışlar, terbiyeler, yaşantılar değişti. Sonra bir de şikâyet etmeye başladık; nesil bozuluyor diye!
Bu konuda yazılacak, söylenecek o kadar çok şey var ki; romanlara sığmaz.
Deprem, savaş, istilâ… İllâ bir felâket gelmesini mi bekleyeceğiz köyümüze, obamıza dönmek için. Acaba bizim hemen her konuda gıpta ettiğimiz ve örnek almaya çalıştığımız gelişmiş ülkeler, yani Almanya, İngiltere, Fransa, Amerika, Japonya… Dünyada söz sahibi bu sanayi devi ülkelerdeki köylerin durumu nedir? Hiç merak etmiyor muyuz?
Manisa Lisesi’nde görev yaptığım yıllarda, Almanya’nın İngolstadt şehrinde bulunan kardeş okul Apian Gymnasyum’la karşılıklı ziyaretlerimiz olurdu. Bir yıl onlar bize gelirdi, bir yıl da biz onlara giderdik. Oraya gittiğimiz de kaldığımız on gün boyunca, okulun idareci ve öğretmenleri bizleri hep kendi evlerinde misafir ederlerdi. İngolstadt, Münih’e çok yakın güzel bir şehirdir. Aynı bizim İzmir ve Manisa gibi düşünün. Tabiî ve tarihî mekânlarını ve dev sanayi kuruluşlarını gezdirip tanıttıktan sonra, her gün, bir idâreci ya da öğretmen bizi kendi evinde konuk ederdi. O günkü gezi programımız bittiğinde, öğrencilerimizi misâfir oldukları ev sahipleri alıp evlerine götürür, 5-6 kişilik görevliler olarak bizleri de, kardeş okulun idareci ve öğretmenleri kendi evlerine götürüp misâfir ederlerdi.
Her gün, değişik bir evde misâfir edilirdik. Bizi kendi arabalarına alır, genellikle yarım saatlik bir yolculuktan sonra bir köy veya kasabada bulunan evlerine götürürlerdi. Yani, hiçbiri şehir merkezinde oturmazlardı. Mesaileri bitince, doğru köylerinde; yeşillikler içindeki, bahçeli, dubleks evlerine gider, geceyi ve hafta sonu tatillerini oralarda geçirirler, misâfirlerini de oralarda ağırlarlar, şehrin, gürültülü ve stresli havasından uzakta kendi köy ve kasabalarında. Hatta şehirdeki görevleri yanında kendi köylerinde görevli olanlar da vardı. Örneğin; bizim kardeş okulun Müdür Başyardımcısı Mr. Scuht aynı zamanda kendi kasabasında Belediye Başkan Yardımcısıydı. Köylerin ve kasabaların çevreleri de hep ekili arâzîlerle doluydu, yol boyunca hiç boş arâzî görmedim. Büyük baş hayvanlarının yetiştirildiği modern çiftlikleri de sıkça görüyorduk. Genellikle biz, onları sanayi ülkesi olarak biliyor, hep şehirlerde yaşıyor diye hayâl ediyoruz. Ama hiç de öyle değil. Gelişmeleri tamamen tarıma ve köylere dayalı. Köyleri aslâ ihmâl etmiyorlar. Asıllarını, nesillerini unutmuyorlar. Köy ve şehir yaşantıları iç içe, devamlı gidip gelen toplu taşımaları (metro) var.
Evet, onlar sanayinin doruk noktasında ülkeler, ama tarım ve hayvancılığın öneminin de farkındalar.
Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutladığımız 2023 yılına kadar ülkemizde çeşitli iktidarlar gelip geçti, çeşitli projeler üretildi, politikalar uygulandı. Ama problemler ve tartışmalar bitmedi, bitmiyor.
Cumhuriyet tarihimizde köylerimizle ilgili üç büyük devlet adamımız tarafından hazırlanan ama bir türlü hayata geçirilemeyen üç önemli proje var: Bunlardan birincisi Cumhuriyetimizin kurucusu M. Kemâl ATATÜRK tarafından düşünülüp hazırlanan ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan Tarım ve Köy Projesi, ikincisi Alparslan TÜRKEŞ tarafından 1960’lı yıllarda düşünülüp hazırlanan Tarım Kentleri Projesi ve üçüncüsü de Bülent ECEVİT tarafından düşünülüp hazırlanan Köykent Projesi. Bu projeler, aynı amaçla hazırlanmış birbirine yakın projeler. Üçü de yıllarını bu millete adamış üç devlet adamı üçünün de hedefleri aynı: Köylerimiz geliştirilmeli, câzibe merkezleri haline getirilmeli ve çarpık şehirleşmeye izin verilmemeli.
Bu projelerin hayata geçirilmesiyle; kırsal yerleşim bölgelerinde sağlanacak sosyoekonomik gelişme sayesinde, köyden şehre yönelen göçün ve düzensiz kentleşmenin önüne geçilerek pek çok sosyal sorun çözülecektir.
Câzibe merkezi seçilen köylerimizin bünyesinde oluşturulacak tarımsal üretimde rehberlik edecek uzmanların sayesinde üreticimizde tarım kültürünün gelişimi sağlanacak, çiftçilerimizin üretim sürecinde bilimsel ve teknolojik gelişmeleri etkin biçimde kullanmaları temîn edilerek, üretici birliklerin katkısı ve devletin öncülüğünde ürünlerin pazara arzı ve işlenmesi sâyesinde köylünün kazancı ve maddî refâh düzeyi yükselecektir. Maddî refâhın artması, köyün ve bağlı bulunduğu il ve ilçenin kalkınmasına katkı sağlayacak, her köy de ilkokul seviyesindeki okullar yeniden öğrenime açılarak, öğretmeniyle öğrencisiyle köyler tekrar cıvıl cıvıl hâle getirilerek, merkez köylerde güçlendirilecek üst eğitim kurumları sâyesinde yeni nesillerin köyden ayrılmasının bir gerekçesi ortadan kaldırılacaktır.
Sosyoekonomik gelişme sonucunda arzû ettikleri iyi eğitim hizmetleri, sağlık hizmetleri, sigorta yaptırma imkânları netîcesinde, köylülerin yaşadıkları toprakları bırakıp göç serüvenine girişmeleri de önlenmiş olacaktır. Maddî refâhı ve gündelik hayat kalitesi yükselen köylerimizin, kentlere göç etmeleri önlendiği gibi tersine göç için de câzibe merkezi hâline gelmeleri mümkündür. Bunun sağlanması amacıyla tarıma dayalı sanayinin desteklenmesi için de planlamalar yapılmalıdır. Ayrıca, savaş, sel ve deprem gibi âfetlerde insanlarımızın toplu katliâmına son vermek için çarpık kentleşme önlenecektir. Böylece şehirlerimizin aşırı insan yükünün azaltılmasıyla ekolojik kent özelliği taşıyan; altyapısı modern, kanalizasyon arıtım işlemlerini, çöp toplamayı kolaylaştıran, deprem, fırtına ve seller gibi doğal âfetlere dayanıklı şehirler oluşturma fırsatı yakalanmış olacaktır.
YORUMLAR