Türk Millî Mücadelesinin başarılı olarak neticelenmesi Yunanlılar ve Rumlar tarafından “Küçük Asya Felaketi” olarak adlandırılmıştır.
O zamanın İzmir Rum Ortodoks Metropoliti Hrisostomos Kalafatis; “Küçük Asya Felâketi, Megalo İdea’nın yüzyıl gecikmesine neden oldu.” Diyerek gelecek nesillere yeni bir hedef göstermiştir.
Bilindiği gibi Megalo İdea; Trakya ve Batı Anadolu’nun, Kıbrıs ve Ege Adaları ile birlikte Yunanistan’a bağlanarak İstanbul merkezli Bizans İmparatorluğu’nu yeniden diriltme hedefidir.
Ortaya çıktığı 1840’lı yıllardan beri Kurtuluş Savaşı’nda aldığı yenilgiye rağmen Yunanistan bu idealinden vazgeçmemiştir. Lozan Antlaşması’na aykırı olarak Ege Adaları’na asker ve silah yığarak iki yüz yıllık bu emelini gerçekleştirmek için fırsat kollamaktadır.
Doğuda Ermenistan, yine Kurtuluş Savaşı’nda aldığı yenilgiye ve aramızda imzalanan Gümrü ve Kars Antlaşmalarına rağmen Doğu Anadolu’yu ve Çukurova’yı alıp Büyük Ermenistan hayalini gerçekleştirmek için sabırsızlanmaktadır.
Güneyimizde Suriye, yine aramızdaki anlaşmalara aykırı olarak Hatay ilimizi kendi sınırları içinde göstermekte ve bunu gerçekleştirmek için fırsat kollamaktadır.
Sözde müttefikimiz ABD, önce Irak ve sonra da Suriye’yi karıştırarak oluşturduğu PYD/YPG ve Peşmerge güçlerine tırlar dolusu silah ve cephane göndererek güney sınırlarımızda yeni bir tehdit olarak kendini göstermiştir.
Kuzeyimizde Rusya, anlaşmalara rağmen bir oldu bitti ile Ukrayna’ya saldırıp bütün dünyanın gözleri önünde yakıp yıkmakta ve masum sivilleri katletmektedir. Rusya’nın Moskova Antlaşması’yla vaktiyle vazgeçtiği Kars, Ardahan ve Erzurum illerimizi isteyerek ülkemize saldırmayacağını kim garanti edebilir.
Bir ateş çemberi içinde yaşıyoruz ve birileri çıkıp hesaplaşmaktan bahsediyor. Böyle bir ortam içinde yüzyılın hesaplaşmasından bahsedilmesi, Lozan ve Montrö Antlaşmalarının tartışılması çok manidar değil mi?
Bu milletin hesaplaşmaya değil, birliğe ve beraberliğe ihtiyacı var. Hesaplaşmak düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmek olur. Akl-ı selim, vatansever hiçbir Türk vatandaşı bu hataya düşmez, düşünmez bile.
Allah, insanı en güzel şekilde yaratmış ve bu güzellikleri fark ederek ona göre yaşamayı da omuzlarına görev olarak yüklemiştir. Allah kullarının dengeli bir şekilde yaşamalarını emretmiştir. Kullarından dengeli olmalarını isterken bunu belirli bir alan ile kısıtlamamıştır. Genel olarak hayatımızın her anında bizden dengeli olmamızı, ifrat ve tefritten uzak durmamızı istemektedir. Peygamberimiz de yaşamındaki mutedil çizgi ile Kur’an-ı Kerim’de ifadesini bulan bu dengeyi nasıl yaşayacağımız konusunda bize örneklik etmiştir.
İslâm tarihinde siyasi olaylar sebebiyle Müslümanların birbirlerini tekfir ettiği durumlar olmuştur. Bütün dinî terimlerimiz gibi Arapça olan tekfir, birini küfürle itham etmek, mümin diye bilinen birine kafir hükmü vermek anlamına gelmektedir. Kendi anlayış ve bakış açılarını mutlaklaştıran, tek doğru ve dolayısıyla kurtuluşa erecek tek anlayış kabul eden ve bunun dışındakileri kâfir kabul eden akımlar da ortaya çıkmıştır. Günümüz dünyasındaki tekfir hareketleri de büyük ölçüde siyasi birer reaksiyon durumundadır. İslâm’ın temel esaslarını özgür iradeleriyle reddettikleri bilinmeyen insanların, onların tutum ve davranışlarından hareketle ve zanna dayanan delillerle kafir olduklarını söylemek inancımız açısından son derece risklidir. “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapınız. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, ‘Sen mümin değilsin’ demeyiniz. Allah katında pek çok ganimet vardır.” (Nisâ, 4/ 94) ayeti net bir biçimde, insanların açık beyanına dayanmayan ve sırf durumdan vazife çıkararak insanları tekfir etmenin yanlışlığını vurgulamaktadır.
Âl-i İmran Suresi 104. Ayet’te Allah diyor ki: “Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun…İşte huzuru ve kurtuluşu bulanlar bunlar olacaktır.” Yine Kur’an-ı Kerim’inde Yüce Allah, Bakara Suresi 153. Ayet-i Kerimesinde: “Orta yolu seçin.” Buyurmakta ve Maide Suresi 87. Ayet’te ise: “Allah aşırı gidenleri sevmez.” Buyurarak biz kullarına itidali, uzlaştırmayı ve barışı tavsiye etmiştir. Yüce Rabbimiz, İslâm toplumunu “Orta bir ümmet” (Bakara 2/143) olarak nitelemiş, Hz. Peygamber de bunu “mutedil bir ümmet” (Tirmizi, Tefsiru’l -Kur’an,2) yani her şeyi yerli yerine koyan, hakkını veren; aşırılıklardan, ifrat ve tefritten uzak duran, dengeli bir toplum olarak tefsir etmiştir.
Yüce dinimiz İslâm, en son ve en mükemmel dindir. Tevhit inancına dayanan bu din, tevhitle Müslüman toplumların birbirine kenetlenmesini de ister. Böyle bir İslâm toplumu, her türlü aşırılıktan, taşkınlıktan ve ölçüsüz davranıştan kaçınan, itidal (orta yol) temelli bir toplumdur. Yüce Kitabımız, bu toplumu insanlara; peygamberini de onlara şahit tutarak “sağduyulu bir toplum” olarak tanıtır: “Böylece sizler insanlara birer şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size şahit (ve örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık.”( Bakara, 2/143)
Aşırılık ve taşkınlıklar, düşüncede ve davranışta olabileceği gibi dinde ve dini anlama biçimlerinde de olabilmektedir. Tutum ve davranışlarda itidalli olmak ve her türlü taşkınlıktan kaçınmak ise Müslümanların en temel özelliklerindendir. Zira Kur’an-ı Kerim, dinde aşırıya kaçmayı doğru yoldan sapma sebebi gördüğü gibi (Mâide, 5/77) Peygamberimiz de dinde aşırılığı ve dini zorlaştıran bir anlayışı kesin bir şekilde reddetmiştir.
Dünyada en kötü şey; yalnız benim gittiğim yol doğru, ben hak yoldayım. Karşımızda olanların yaşamaya hakları yoktur, her şeye müstahaktırlar anlayışıdır. Allah bizi bu anlayıştan korusun.
Allah Resûlü ümmetine birçok manevi değeri vasiyet etti. Bu değerlerin başında vahdet gelmekteydi. Resûlullah vefatından sonra ashabının şirke düşmesinden çok, refah ve zenginliğe erişen İslâm topraklarında, dünyalık için birbirleriyle çekişmelerinden endişe ediyordu. Bir gün, Allah Resûlü minbere çıkıp veda edercesine verdiği hutbesinde bu endişesini şöyle dile getirmişti:
“Ben, sizin benden sonra Allah’a şirk koşacağınızdan korkmuyorum. Lâkin ben, sizin dünya hakkında yarışa girişeceğinizden ve birbirinizle çarpışıp, sizden öncekilerin helâk olduğu gibi helâk olacağınızdan korkuyorum.” (Müslim, Fezâil, 31)
Hz. Peygamber, vefatından sonra ortaya çıkacak ihtilafların, ancak Müslümanların birbirlerine kenetlenmesi suretiyle giderilebileceğini düşünüyordu. Bu nedenle fitnenin yayıldığı zamanlarda müminler, Allah Resûlü’nün ashabına öğrettiği güzel yaşantıyı örnek almalıydılar. Yani birbirlerine karşı saygı ve sevgiyle muamele eden, birbirinin hakkını gözeten, namuslu, dürüst, adalet ve merhamet sahibi, birbirini kandırmayan, iftira atmayan, yalan söylemeyen, alaya almayan, adam kayırma ve çıkar peşinde koşmayan, dedikodu yapmayan, alışverişinde doğru, boş yere yemin etmeyen salih kullar olarak yaşamamızı istiyor. Allah Resûlü onlara bunu vasiyet ediyor; böylece birlik ve beraberliklerini muhafaza etmeleri gerektiğini hatırlatıyordu.
Peygamber Efendimiz Mekke’yi fethedip girdiği gün asla hesaplaşmayı düşünmemiş, en azılı düşmanlarını dahi affederek birlik ve kardeşlik tohumları ekmiştir. Bu davranışı İslâm’ın kısa sürede tüm Arabistan yarımadasına yayılmasına ve birçok kabilenin İslâm’la şereflenmesine sebep olmuştur.
Osmanlı’nın son dönemleri hesaplaşmalarla geçmiştir. “hal” edilmeyen kaç padişah kalmıştır; üç ya da beş. Birçoğu ya evine kapatılarak ya hapsedilerek ya da katledilerek “hal” edilmişlerdir. Sadrazamlar, vezirler meydanlarda çınarlara asılarak, şehzadeler beşiklerinde boğularak “hal” edilmişlerdir. Hep hesaplaşma adına.
Peki ne kazanmıştır Osmanlı? Sadece kan kaybetmiştir. Kimsenin yıkılmasına ihtimal vermediği koca imparatorluk çatırdayarak yıkılmış ve geride birçok acı ve gözyaşı bırakmıştır.
Muaviye Hz. Ali ile, Yezit Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile hesaplaştılar. Sonunda ne oldu? Müslümanlar paramparça oldular.
Dinimiz hoşgörülü olmayı, sevgi, saygı ve barışı her zaman şiddete yeğlemiştir.
YORUMLAR