Reklam
Reklam
Prof.Dr.Ayşe İLKER

Prof.Dr.Ayşe İLKER

ayseinceilker@gmail.com

Ahmet Amca ve "Sadıcım"

06 Mayıs 2021 - 17:58

      Tarlalarda tütünlerin ekildiği, sulanıp çapalandığı zamanlardı. Gördes ekonomisinin en önemli kaynağı olan tütüncülük, işveren ve işçi açısından karın doyuruyordu. İnsanlar tamahkȃr değil, kanaatkȃrdı ve işveren, işçisine emeğinin hakkını alnının teri kurumadan veriyordu.  Borsanın, kripto paranın, dijital sahtekȃrlıkların hayal edilemediği günlerdi. 1966-1967 yaz aylarıydı dersem nerden nereye geldiğimizi daha iyi anlatmış olurum.
Babam, büyük dedelerimizden intikal eden tarlamızda tütün dikiyordu. Ne kadar zamandır bu iş içindeydi bilemiyorum ama annemin “Ellerimin kınasıyla tütün tarlasına girdim!” demesine bakılırsa biz doğmadan önce başlamış işler. Tütünün fidan halinden baskıya kadar giden onlarca basamağında en az üç ay tarlada kalınırdı. Biz de Haziran aylarında tarlaya taşınırdık bir at arabasının üstüne yüklediğimiz eşyalarla.
O yaz, kaçıncı tütün mevsimiydi hatırlayamıyorum. Okula yeni başlamıştık; birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğimiz yaz. Okumayı söktüğümüz ve gördüğümüz her şeyi okumak için çaba sarf ettiğimiz günler. Kelimelere, sözlere ve cümlelere harflerin ve hecelerin penceresinden bakıyor, öğretmenlerimin, ailemin, arkadaşlarımın söylediklerine ve konuştuklarına dikkat kesiliyordum. Böyle dinlerken, dikkat ederken ve herkesin ağzına bakarken bir gün tarlada Ahmet amca ve babam arasında geçen bir konuşmaya tanık oldum.
       Bizim tarlanın arka tarafı, Ahmet Amcaların tarlasıyla komşuydu, birbirimize sınırdık ve o tarlayı “Dedelerin Tarlası” olarak biliyorduk. Ön tarla komşumuz da Muzaffer Amcalardı. Onların tarlalarına da “Hacı Nurilerin Yeri” diyorduk. Arka tarlada bir tulumba vardı. Tulumba iki metre çapında bir kuyuya bağlıydı ve kuyunun üstü çok dikkatli bir şekilde kapatılmıştı. Bizim kuyunun başında yalnız kalmamamız ve üstü açık olduğunda bakmak üzere eğilmememiz için sıkı tembihler yapılırdı. Tütünlerin sulanması sırasında tulumbanın dibindeki çelik borulara sık dokunuşlu kalın ketenden dokunmuş borular bağlanır ve tütün karıklarına su verilirdi. 
      O gün, sulama sırasında daha doğrusu su motorunun kuyudan su çekişinde bir arıza olmuş, Ahmet amca ve babam kan ter içinde uğraşıyorlardı. Üst başları ıslanmış, başlarındaki boladanlar terden sırılsıklam olmuş, motoru onarmaya ve su çekimini yenilemeye çalışıyorlardı. Birbirlerine, “Şöyle yapalım, böyle alalım, bunu takalım, şunu çıkaralım” gibi kısa cümleler söylüyorlardı. İşte söz ve eylem sırasının Ahmet amca da olduğu anda “Sadıcım, öyle yapmayalım” cümlesi yayıldı dudaklarından. Hayatımda ilk defa duyduğum o sıcak, sert ve kısa “sadıç” kelimesinin anlamını bilmiyordum; ama anlam kelimenin söyleniş biçiminden çıkarılabiliyordu, dostluk, arkadaşlık, işteşlik, sorumluluk… Hepsi vardı o gün, o kuyunun ve tulumbanın başında, “sadıcım” kelimesinin içinde.  
       Ahmet amca, babama yardıma gelmişti; babam ona “Ahmet abi” diyordu iki üç yaş farka rağmen ve bu “abi” söyleyişinde de bir saygı hissediliyordu. Tarla komşularımızla iyi ilişkilerimiz vardı, ama birbirlerine bu kadar yakınlık duyduklarını, iş üstünde daha iyi gördüm çocuk gözlerimde.
      “Sadıç” kelimesi, Ahmet amcanın sesi ve yüzüyle kodlandı beynime, söz dağarcığıma. Yıllar sonra kelimenin kökeniyle (etimoloji) ilgili bilgiler anlattım öğrencilerime: “sağ+dıç”. Bu kelime Türkçe’nin en eski ad köklerinden bir olan “sag” kelimesi; “sağ taraf” yön anlamı dışında Kaşgarlı’nın  “sag: Oğuzcada  akıl, hızlı kavrayış ve zeka; sag: Oğuzcada sağlık ve esenlik, sağlıklı” anlamıyla verdiği ad.  Bu adın üstüne Türkçe’de az kullanılan bir ad yapım eki eklenmiş: +dIç+ . Kaşgarlı “sagdıç” kelimesine “arkadaş” anlamı veriyor (Ercilasun, Akkoyunlu, 2013: 198,798)*.
        Evet, bugün kullandığımız sağdıç, arkadaş hatta en yakın arkadaş anlamında. Gündelik konuşma dilinde ve ağızlarda iç sesteki /ğ/ ünsüzü düşerek “sadıç” biçimine dönüşüyor. Bir de özellikle Batı Anadolu’da evlenecek delikanlının ve genç kızın düğün hazırlıklarındaki en yakın arkadaşı da “sağdıç” olarak adlandırılıyor. Böyle, anlattım durdum dersliklerde heyecanlanarak, tarihin ve dilin odalarına gidip gelerek. Ama en önemlisi buydu işte; Ahmet amcanın dilinden nasıl keskin bir şekilde çıkmıştı “sadıcım” kelimesi iyelenerek; “arkadaşımsın benim, dostumsun” vurgusunu yaparak.
       Ağız  çalışmalarına (diyalektoloji) başladıktan sonra pek çok kaynak kişiden “sadıç” kelimesini kaydettim. Ama hiçbiri Ahmet amcanınki kadar tesirli ve vurgulu değildi. Çünkü Ahmet amca, her işini sonuna kadar hissederek, insana ve işe değer vererek yürümüştü hayatında. Sonra o, ikiz kardeşimin kayınbabası oldu; babamın “Ahmet abi” dediği; Ahmet amcanın “sadıcım” dediği iki çalışkan insan birbirinin dünürü oldu.
Hayatlarını dürüstlükle, dost canlılığıyla ve arkadaş kıymeti bilerek yaşadılar. Geçen ay kaybettik Ahmet amcayı. “Sadıcım!” seslenişi gök kubbeden hiç kaybolmayacak ama…

  • Ahmet Bican Ercilasun-Ziyat Akkoyunlu, Dȋvȃnu Lugȃti’t-Türk ( Giriş-Metin-Çeviri-Notlar-Dizin) Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2018

Bu yazı 3186 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 5 Yorum
  • İsmail Barutçular
    1 yıl önce
    Merhabalar; Yazınızı üzülerek belirteyim ki fırsat olmadığından ancak haftanın son iş günü sabahında okudum. Yüreğinize ve ellerinize sağlık. Sizin nezdinizde de Gördesimizin Gazte Gördes yetkililerine de teşekkürlerimi sunarım. Saygı ve selamlarımla.
  • Hasan kasar
    2 yıl önce
    Elinize ve gönlünüze sağlık hocam...
  • TUNCER GÜLENSOY
    2 yıl önce
    Benim çocukluğum da Uşak'ta geçti. İlkokul'a Gazi İlkokulu'nda başlamıştım. İslice Mahallesinde Ayşe Nenen ile Hasan Dedemin iki katlı evin üst katında otuyorduk. İki oda, bir büyük "gedey" dediğimiz, tahta döşemeli salonu vardı. Gedeyin birucunda, öteki sokağa bakan köşesinde "abdestlik" bulunuyordu. odaların ikisi de büyüktü, ikisinde de "yüklük" denilen bölümler ve kapının karşısında da "ocak" yer alıyordu. Alt katta "hela", karşısında dört-beş ayaklı merdivenle çıkılan, küçük bir oda yer alıyordu. O odanın da bir "yüklüğü", bir de ocağı vardı. Sağ tarafta yukarıda küçük bir penceresi, sol tarafta da "aşhana"ya bakan büyükçe bir penceresi daha vardı. Bu odada Ayşe Nenem ile Hasan Dedem kalırdı. Eve iki kanatlı bir kapıdan girilirdi. Sol tarafta "gecek daşı" dediğimiz çamaşır yıkanan "oyuklu" bir taş, onun yanında da bir ocak, içinde saçayağı, üzerinde islenmiş bir tencere ya da kazan olurdu. Yemekler bu ocakta pişerdi. Ocaklı odanın üst yakasındaki raflarda tapaklı tabaklar, tencereler, tavalar, bakır su tasları dizili dururdu. Mahallede 20 kadar aile otururdu: Şeyipler, Hacı Musalar, Oduncular, Mısırlar, Terziler, Börekçiler, vb.ları .. Mahallemizin üst girişinde, köşede bir çeşme vardı. Evlerde çeşme olmadığı için suyu bu çeşmeden "boduç"larla eve taşırdık. Yaz günleri Uşak'ta dağlardan getirdikleri karı testere ile kesip satan köylüler olurdu."Gar alıng ha, garcı geldi!" diye bağırırlardı. Genellikle biz de kar alır, taesilerin boduçların içine atarak suları soğuturduk. Mahallmizde benimle yaşıt Ahmer Börekçi, Şeyiplerin Süleyman adlı iki arkadaşım vardı...(İkisi de rahmetli oldu). Ahmet'in babasının Ulu Caminin karşısında bir "Göveççi Dükkanı" vardı. Çarşamba günü Uşak'ta pazar kurulduğu civar köy ve kasabalardan pek çok köylü, süt, yoğurt, tereyağı, kavun, karpuz vb şeyler getirir satarlardı. Öğleyin de Ahmetlerin lokantasında göveç ve pilav yerlerdi. Ahmet, bana her zaman "sadıcım" derdi. (Prof. Dr. Tuncer Gülensoy)
  • Ayşe İlker
    2 yıl önce
    Sevgili Hocam, ne kadar duygulandım bilemezsiniz!
  • Hatice Dedeler
    2 yıl önce