Hüseyin TUNÇAY

Hüseyin TUNÇAY

htuncay45@gmail.com

Ayşe Kızla Vato-II

08 Ekim 2016 - 10:39

                'Koyu mavi zemin üstüne kırmızı bir kenar ve sarı zırhlar ile çevrilmiş; ortası dört ve sekiz köşe madalyonlar ile bezenmişti. Kenarın zırhları ve madalyonun içleri anlaşılmaz nakışlarla doluydu. Bunlar çapraşık, karışık fakat uyumlu; düzensiz, dağınık fakat muntazam; hiç bir şekle uymaz fakat geometrik; ne çiçek, ne yaprak fakat düşünce; ne resim ve ne geometri fakat ince idi... Vato'nun yaz levhasının yanında seccadenin bu hali başka türlü; sanki sırf tasavvufi, ruhani, manevi bir bahar şekli arz ediyordu. O derece renkler uygun ve tatlı idi.
Kont, halının karşısına geçmiş:
     — Bakınız! Bakınız! Diyordu. 'Şu çiçeklerde maviden kırmızıya, kırmızıdan sarıya ne latif bir ahenk ile geçiliyor. Boyalara bu garip imtizacı, bu hayale gelmeyen güzel imtizacı veren hangi ilimdir, hangi terbiyedir? Sanmam ki Türkiye'de halıcılık mektebi bulunsun' diyordu.
— Hayır.
— Ben Hind'in, İran'ın o üstlerinde oklarla vurulmuş ceylan, kaplan resimleri, çelimsiz süvarileri, bücür insanlar, kurbağalara benzer kuşlar işlenmiş halılarını sevmem. Onlarda ne hayvan hayvan, ne çiçek çiçektir. Bu gibi tabii maddeler, yarım ve ilkel şekilde taklit edilmiştir. Türk halılarında tabiatı taklitten eser yoktur. Bütün nakışlar içe doğan ilhamın eseri ve icattır. Bütün bu hüner, munis ve düşündürücü bir garabettir. Nakışları birbirine benzer iki halı görmedim.
— Hatta bir halıdaki karşılıklı iki şekilden bile biri diğerine tamamıyla birbirine benzemez.
        Bu Gördes halısıyla, Vato'nun tablosu karşısına tesadüf eden ipekli, eski Kıbrıs kumaşı kanepe ve koltuklara oturduk. Şimdi ziyaretçiler hane sahibinin verdiği sigaraları savuruyorlardı.
Kont dedi ki:
— Bir gün fakir düşsem, belki Vato'yu satabilirim. Fakat aile yadigârı eşyam ile bu halıyı elimden çıkaramam sanıyorum.
Tarihi, değerli eşya ile dolu olan bu konakta, bu odada yabancı gibi boynu bükük durması beklenen bu Türk sanatının, bu Türk zevkinin, bu Türk kadınlığının saltanatı huzurunda gönlüm iftiharla, saygıyla çarpıyordu. Gözlerim uzaklara doğru daldı. Kurutan, yakan güneşli ve gölgesiz ve nihayetsiz bir çölün ortasında bir bardak buzlu su bulan yolcu memnuniyetini hissettim. Düşündüm, düşündüm. Düşündükçe ağlamak istedim.
Gözümün önüne geliyordu: Harap Gördes kasabası. Balçıktan karanlık, ocak dumanlarından sisli evleri. Melül ve sakin ahalisi... Kapısının eşiğine çömelmiş, yün eğiren soluk benizli ihtiyar kadınları. Halı tezgâhının önünde bir kaç kırık tahta iskemlenin üstüne oturmuş, başını önüne eğmiş bir 'Ayşe kız' ile iki küçük arkadaşı, halının erişleriyle argaçları arasında kınalı parmakçıkları titreyerek didiniyorlar ve en büyüğü:
Gece bir ses geldi derinden, derinden
Beni mi çağırdı Yemen çöllerinden?
manisini Arabistan'da silah altındaki Mehmet'ini düşünerek yavaş yavaş fısıldarken kara gözlerinden üstüne bir damla yaş düşürdüğü şu sarı renkli dal, bu mahrumiyetin, bu kederin ateşiyle kıvrılarak ruhani bir şekil alıyor.
Artık dumanlı gözler, önümüzdeki örneğe bakmıyor, titreyen eller argaçların tellerini saymıyor. Kederli, fakat necip, usta fakat esrarengiz bir ruhun sevkiyle gelişi güzel argaçlar renk renk ilmikleniyor...
Ben bu levhayı böyle görüyorum.
Ey tatlı kokulu kır menekşesi! Ey karanlıklar içinde nur ağlayan mahzun yıldız! Ey Ayşe kız! Sen bu nefis şaheseri nasıl meydana getirdin? Mektep, usta görmeden nasıl en büyük Fransız ressamı olan Vato ile imtihan meydanına girdin? Ve aynı şeref mevkiini kazandın? Bu olgunluk, bu kabiliyet, bu zevk sana nereden geldi cevap ver! Allah'ım, ona nereden geldi?
         Koyu çivit mavisi bir yeldirme veya çubuklu bir peştamala bürünmüş sade, saf, fakir halkınla; okuyup yazması olmayan beyninle yıllarca ihtiyar hocaların resim atölyelerinde çalışmış, tecrübeler geçirmiş, kitaplar okumuş, eski ustaların tablolarını incelemiş, kimyada ve fizikte renklerin nasıl meydana geldiğini ve tesirlerini öğrenmiş; binlerce takdirler ve eleştirilere maruz kalmış ressam Vato'nun yanında zekâ ve hüner ilminin huzuruna çıkarak aynı yere ve değere sahip oluşuna ne sebep bulayım? Öğrenim görmeden doğuştan gelen zevkinle, yaratılıştan gelen sezginle renklere verdiğin uyuma, zarafete büyü mü, mucize mi diyeyim? Ey Ayşecik!..
Ey Ayşecikler!.. Avrupa'nın zekâ merkezlerindeki müzelerde sizin saf fakat üstün eserleriniz için ayrı ayrı salonlar, sergiler açıldı. Muhafızlar tayin edildi. Hünerlerinizin inceliklerini, güzelliklerini anlamak için uzmanlar bulundu. Bu ne güç, bu ne bilgidir?
        Siz yalnız usulün ve emsalin haricindeki bir usta, bir ressam, bir mühendis, bir nakkaş değilsiniz. Türklüğün ruhundaki sağlamlık ve vakarı gösterecek manaları eşi ve benzeri olmayan nakışlarınızla, rumuzlu ilhamlarımızla ortaya koyan birer de şairsiniz. Onun için Anadolu halılarının bütün bir tarihimizi gösteren yiğitlik ahengini, sağlamlık anlamını İran ve Hint halılarında görmemem.
Ey Türk ili! Viran evlerinin enkazıyla bayındır şehirler süslenir. Sen nasıl bir ocaksın ki soğumuş küllerinde ateşler gizlidir. Baykuşlarından bülbül sedası gelir... Ey Türk kadını, ırkında ne hünerli bir feyz vardır ki hem ölüme asker yetiştirir, hem ebediyete hüner eriştirirsin! Seni benden çok evvel takdir edenler, yine Vato gibi ressamların vatandaşları oldukları için beni affet!..
      Ben bu dalgın halimde iken arkadaşlarımın hane sahibine veda ettiklerini görerek mahcup fakat gururlu, seccadenin huzurunda kalben secde ettim ve odadan çıkarken, 'belki', dedim; 'bu eserin mucize sahibi, sanatçısı sefaletten, yetersiz beslenmeden hayatının baharında solmuş bir taze çiçektir.'
                                                                                                                          Ahmet Hikmet Müftüoğlu
                                                                                                                                    Budapeşte-1914

Bu yazı 1725 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum