Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

Bakara-114

03 Haziran 2021 - 16:36 - Güncelleme: 03 Haziran 2021 - 21:36

Şu günlerde hararetli biçimde, Bakara suresinin 114’ncü ayeti konuşuluyor. Ayasofya Camiinde düzenlenen hafızlık töreninde, imamın 114. ayete vurgu yaparak Atatürk’e dolaylı biçimde lanet okuması, büyük tepkilere neden oldu. Bu ve benzeri ifadeleri, son yıllarda sıkça duyar hale geldik.
            Osmanlıdan intikal, dini; siyasi ve ideolojik bir çerçevede gören bir damar var. Hem gelenekçi ve hem Kur’an hakikatinden uzak bir damar bu. Milli Mücadele döneminde Mustafa Sabri ne ise, bunlar da onun devamı.
            Camide hafızlık merasiminde, gencecik hafızların önünde, Atatürk’e lanet okumak vahim bir durumdur. Ancak bundan daha vahimi var. Yazımın esas konusu, bunun için olacaktır.
            Ayasofya’yı kim inşa etmiştir? Bizanslılar. Ne olarak inşa etmişlerdir, ibadethane olarak. İstanbul’un fethinden sonra, Fatih bu eseri cami halinde vakfetmiştir. O günden itibaren, İstanbul’un işgaline kadar cami olarak kalmıştır. İşgal kuvvetleri yıllarca bu ibadethaneyi kapatarak, İstanbul’un fethinin intikamını aldık demişlerdir.
            Milli Mücadele ve Mustafa Kemal olmasaydı, Ayasofya Camisi diye bir ibadethane olmayacaktı. Kitap ehlinin ve medeniyetlerin ortak mirası olan bu mimari, 1936 yılında M. Kemal’in ferasetiyle müze haline getirilmiştir. Bu karar son derece olumlu olmuş, tarihi hesaplaşmaların ve çatışmaların üzerine, bir şal gibi örtülmüştür. Buna rağmen, bir bölümünde yıllarca ezan okunup, namaz kılınmıştır. En son kararı herkes biliyor. Ayasofya artık, tamamen cami haline getirilmiştir.
            Dini; ideolojik ve siyasi çerçevede algılayan ciddi bir damar, uzun yıllar Ayasofya sembolü üzerinde nutuk atmıştır. Sanki Ayasofya imani bir meseleymiş gibi, her dönem gündemden düşmemiştir.
            Hâlbuki Müslümanlar açısından, bildiğimiz manada camilerin bir kutsiyeti yoktur. Bu tespitime itiraz edebilirsiniz. Ancak meseleyi anlatınca, sizlerin de gerçeğin farkına varacağını umuyorum.
            Allah’ın dini tektir ve din, Âdem’den itibaren İslamiyet’tir. Dinin temeli, üç ana direk üzerine inşa edilmiştir. Birincisi tevhit inancı, ikincisi namaz ve üçüncüsü ise zekâttır. Bu hakikati, Kur’an’ın pek çok ayetinde görmek mümkündür. Mesela şu ayet, bu hakikat ile ilgilidir:
            “Ehl-i Kitap kendilerine o beyyine gelinceye kadar bölünüp parçalanmamışlardı. Hâlbuki onlara emredilen sadece şuydu: Doğrudan doğruya yalnız Allah’a boyun eğerek ondan başkasına kul olmayın. O namazı kılın, zekâtı verin. İşte sağlam din budur.” (Beyyine 4–5)
            Yine konuyla ilgili bir başka ayet şöyledir:
            “Namazı düzgün ve sürekli kılın, zekâtı verin. Kendiniz için önceden yaptığınız her iyiliğin karşılığını Allah’ın katında bulursunuz. Yaptığınız her şeyi gören Allah’tır.” (Bakara–110)
            Dolayısıyla namaz; Musa için de geçerlidir, İsa için de geçerlidir, İbrahim ve diğerleri için de geçerlidir. Nübüvvet öncesi, sahabeden Ebu Zer Gıfari ve Zeyd b. Amr b. Nüfeyl’in namaz kıldığı bilinmektedir. O zaman önceki ümmetler, namazı nerede ve ne şekilde kılmışlardır? Sanırım bugüne kadar, böyle bir soru sorulmamış ve cevabı da aranmamıştır. Hem tarihi bilgi ve hem Kur’an bilgisine başvurduğumuzda, açık ve net bilgilere kavuşabiliyoruz.
            Kur’an namaz ibadetinin yeri için, kesin bir hüküm koymuyor. Yani mutlaka, şurada kılacaksınız demiyor. Mesela yeryüzü mescit ilan edilmiştir. Evler mescit haline getirilebilir. Bir tarlada temiz bir toprak, mescit olarak kullanılabilir.
            Dolayısıyla Kur’an’a göre, namaz kılınabilen her yer mescittir. Aşağıdaki ayete dikkat kesilmenizi istiyorum:
            “Biz de Musa ile kardeşine şunu vahyettik: Mısır’da kavminiz için evler hazırlayın. EVLERİNİZİ BİR KIBLE YAPIN VE O NAMAZI DOSDOĞRU KILIN. İnananlara da müjde verin.” (Yunus–87)
            Ne anlıyoruz? Allah Musa’ya, şatafatlı kubbeli cami yapın demiyor. Israrla namaz diyor ve evlerinizi mescit haline getirin diye emrediyor. Eğer bir kutsallık atfedilecekse, namazın kılındığı her mekân kutsaldır.
            Ayasofya’da imam, elbette bu bilgilerden yoksun birisi. Dini; ideolojik ve siyasi bir çerçevede algıladığı için, ona zaten Kur’an bilgisi de lazım değil. Bakalım, Bakara–114 ne söylüyor:
            “ALLAH’A SECDE EDİLEN YERLERDE, Allah’ın adının anılmasını engelleyen ve orayı harabeye çevirmeye çalışan kişinin yaptığından daha büyük yanlışı kim yapabilir?...)
            Lütfen ayete bir kez daha dikkatle bakın. Allah’a secde edilen yerlerden bahsediyor. Bu yer, bir tek yer değil. Yukarıda zikrettiğim gibi, çeşitli yerler olabilir. Dolayısıyla ayetten anlaşılacak olan şudur: Namaz Allah’ın olmazsa olmaz emridir. Bir kişi Müslüman’ım diyorsa, mutlaka namaz kılıyordur. Bunun aksi bile düşünülemez. Peki, bu namaz nerede kılınabilir? Temiz olan her yerde. Bu yüzden namazın kılındığı her yer, başlı başına bir mescittir.
            Atatürk’e lanet okumanın, nasıl bir şeddeli eşeklik olduğunu anladığınızı sanıyorum.
            Atatürk namazı mı yasaklamış, Müslüman ahalinin namaz kılmasına engel mi olmuş?
            Hakikat bu kadar açıkken; tarih boyunca kubbeli, şatafat ve gösterişli camiler yapmak, neyin sonucudur acaba? Bunun tamamen siyasi bir yönü vardır. Kiliselerin mukabili gösterişli cami yapmak. Siyasi iktidarların varlığını sürdürme adına, halkına gösterişte bulunmak. Bu iki saik, Müslümanların hayatında, benim “camicilik” dediğim, çarpık bir davranışı ortaya çıkarmıştır.
            Bu anlayış zamanla, Müslümanlığın göstergesi ve hatta sembolü haline gelmiştir. Müslümanlar mahallesinde, köyünde ve şehrinde cami yaptırma yarışına girmiştir. Hâlbuki bir beldenin Müslümanlığı, kubbeli camisi ve sivri minaresiyle anlaşılmaz. Ya nasıl anlaşılır diyeceksiniz?
            Fecr vaktinde evlerdeki ışıklarla, çarşıdaki kalabalıkla, camisindeki yoğunlukla anlaşılır. Sabah namazına kalkmayan bir topluluğun, kubbeli camisi olsa ne olur, olmasa ne olur?
            Yıllardır sıkça yolculuk yaparım. Gençliğimden beri namazımı asla aksatmam. Kılmadığım vakit te hiç yoktur. Mola vereceğim yerlerde birinci tercihim, temiz mescidi olan dinlenme tesisleri ve akaryakıt istasyonlarıdır. Gurup halinde olduğumuzda, cemaatle namazımızı eda ederiz. Çünkü Müslüman’ım demek, namaz kılıyorum demektir. Namazı kılan bir Müslüman, aynı zamanda namazı kıldırabilir. Yani işin aslında, özel bir imam aramaya gerek yoktur. Bu zaten şart da değildir.
            Diyebilirim ki hayatın şartları içinde, Müslümanlara gerekli olan şatafatlı, kubbeli camiler değildir. İş yerinde, fabrikada, tesiste, şehrin değişik yerlerinde namazın kılınabileceği sade mescitlerdir.
            An itibarıyla hüzünlendiğim ve içimi acıtan, acı bir tablo var. Müslümanlar hızlı bir biçimde namazdan uzaklaşıyor. Aile içine, çevreye ve camilere bakmak yeterli olur sanırım. Pandemi öncesi İstanbul’a gittim. Öğle namazını Süleymaniye’de, İkindiyi Sultanahmet camiinde kıldım.
            Nüfus yoğunluğunu, tarihi miras oluşunu, kutsal bir mimari kabul edilişini düşündüm bu camilerin. Buna rağmen, cemaat 2 safı geçmiyordu. Ama camileri görmeye, seyretmeye gelen binlerce insan vardı. Nasıl içim yandı. Camicilik anlayışının, Müslümanları ne hale getirdiğine, bir kez daha şahit oldum.
            Bundan daha vahim bir tablo olabilir mi Müslümanlar için.
            Ayasofya’da Atatürk’e lanet okuyan imam, hiç bunları düşündü mü, ciğeri yandı mı acaba?

Bu yazı 1291 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 2 Yorum
  • Metin AKKUŞ
    2 yıl önce
    Agzına yüreğine saglık,tarih bilmeden okumadan araştırmadan ,kulaktan duyma safsatalarla dil uzatanlar maalesef hainlikte sınır tanımıyorlar. düşmanlıklarını dile getiremeyen bazı siyasilerin yerine bu tür zavallılar konuşuyor, konuşturuluyor . Hainimiz hiç bitmiyor.
  • Sekma Sofuoğlu
    2 yıl önce
    Tbrk ederim ..Gönlüne sağlık Ülküdaşı m..