Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

100 Yıl Sonra O Laf

05 Ocak 2017 - 18:15

Ülke olarak zorlu günler geçiriyoruz. Terörün kaç türlüsü ile mücadele ediyoruz. Suriye'de şer güçlerle savaşıyoruz. Kanlı terör eylemlerinde asker, polis, sivil çok sayıda insanımızı yitiriyoruz.
            Ekonomide bir durgunluk var. Rakamlar, istatistikler sıkıcı işaretler veriyor.
            Bugüne kadar kişisel kaygılarım olmadı benim. Ülkem için, devletin düzenliği için kafa yorarım. Çünkü biz bu devleti, çok hem de çok ağır faturalar ödeyerek ve bir mucize eseri olarak kurduk.
            Başka devletimiz, başka vatanımız da yok bizim.
            Kaygılarımın depreştiği bugünlerde, okuduğum bir makale sinir uçlarıma dokundu.
             Reina eğlence merkezine düzenlenen ve 39 kişinin hayatına malolan terör saldırısından sonra, İngiltere'de çıkan, Daily Telgraph gazetesinde yayınlandı bu makale. BBC Türkçenin aktardığı habere göre; bu makale, tarihçi akademisyen Mark Almond tarafından kaleme alınmış.
            Türkiye ile ilgili geniş değerlendirmelerin yapıldığı makalenin bir yerinde, yazar şöyle diyor: 'Türkiye Avrupa'nın yanı başındaki hasta adama mı dönüşüyor? Suriye'deki radikal cihatçıların Taliban benzeri bir tehdit yarattığı bir Pakistan örneğine mi benzemeye başladı'
            Sinir uçlarımı iltihaplandıran laf, ‘hasta adam' tanımlamasıdır.
            Neden mi? Çünkü bu laf, 100 sene sonra bizim için ilk defa telaffuz ediliyor. Hem de İngilizler tarafından.
            100 sene önce de bu lafı kullanmışlardı. Üzerimize çullanmadan önce, Osmanlıya koydukları teşhisti. Osmanlı hasta adamdı ve üzerine çökmenin tam zamanıydı.
            İzninizle 100 sene öncesine gitmek istiyorum.
            Bu lafı ilk söyleyen kimdir biliyor musunuz? Rus Çarı 1. Nikolay'dır. 1853 yılında Petersburg'ta İngiliz büyükelçisinin yanında, Osmanlı devleti için şöyle demiştir: 'Kollarımızın arasında, ağır hasta bir adam var..'
            Büyükelçi, Çar Nikolay'ın bu lafını hemen hükümetine rapor etmiştir.
             Nitekim 1. Dünya savaşında itilaf devletleri Osmanlıyı küçümsemiş ve ona 'Boğaz'ın Hasta Adamı' demiştir. 19. yüzyıl; Osmanlının ekonomik, askeri ve siyasi bakımdan dağılma dönemidir.
            Şimdi biraz daha geriye gitmek istiyorum.
            Sultan 2. Abdülaziz'in 40 günlük bir Avrupa seyahati vardır. Sultaniye isimli gemiyle önce Fransa'ya giderler. Son asrın büyük devlet adamlarından, Hariciye Nazırı Keçecizade Fuad Paşa da heyette yer almaktadır.
            Fuad Paşa'dan önceki yazılarımda çok bahsettim. Hazırcevap, zeki ve müthiş nüktedan bir devlet adamıdır.
            Dönemin Fransız başvekili Comte de Montauban ile aralarında şöyle bir konuşma geçer.
            Başvekil, Fuad Paşadan bazı isteklerde bulunur; Süveyş kanalını açtırmak, Girit'i Yunanistan'a vermek, Kudüs'teki mukaddes yerlerin Katoliklere ait olanlarının idaresini ele almak gibi...
            Fransız Başvekil, bu meselelerin Osmanlı devleti için zaten birer dert olduğunu dile getirdikten sonra, Fuad Paşaya şöyle der: 'Yorgun omuzlarınızdan bu illetleri atınız. Devletinizin ne kadar zayıfladığı bütün dünyaca biliniyor..'
            Fuad Paşa gülümseyerek şu cevabı verir: ' Haşmetmeab! Siz, bendenize Türkiye'den başka bir devlet gösterebilir misiniz ki üç yüz senedir dışarıdan sizlerin, içeriden bizlerin devamlı tahribine mukavemet edebilmiş olsun.
            Evet, üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden bu devleti yıkamadık, hatta sarsamadık.' (Bkz, Nejat Muallimoğlu- Politikada Nükte, sf: 398)
            Hasta adam lafının, sinir uçlarımı niçin tahriş ettiğini anlatabildiğimi sanıyorum.
            Türkiye hasta adam değildir.
            Bugünkü sıkıntılarını aşabilecek gücü, birikimi, tecrübesi vardır. Dışarıdakilerin niyetlerini ve politikalarını bilmek için, kâhin olmaya gerek yok. Son 2 asrın tecrübesi; bize bugüne kadar bir şey öğretmediyse, bugünden sonra hiçbir şey öğretmez.
            Asıl mesele içeride. Aklımızda, mantığımızda, vicdanımızda.
            Devlette devamlılık esastır. Devamlılık tecrübeyi kullanmaktır. Son yıllarda biz, o tecrübeyi görmezden geldik. Bugünün sıkıntılarında hep o var. Devlet hayatına dini söylemleri koyarsak, toplumu kucaklamaz ayrıştırırsak, birleştirmez ötekileştirirsek, liyakat yerine taraftarlığa öncelik verirsek, her birimiz kafasına göre nesil yetiştirmeye kalkarsa.. Yaşadıklarımız kaçınılmaz hale gelir.
             Bizim başka vatanımız yok, başka devletimiz de yok.
            Ortak paydamız dini söylemler, inanış biçimleri, yaşam tarzları, etnik kökenlerimiz olmamalı bizim.
            Kim nasıl inanırsa inansın, nasıl hayat tarzı yaşarsa yaşasın, kendini ne kabul ederse etsin.
            Amma herkes bu devletin kıymetini bilsin, bu vatanın paha biçilmezliğini bilsin.
            Siyasetçiler de bilsin; devletin varlığı ve gücünden başka hiçbir şeyin kıymetli olmadığını bilsin. Devlet sallanırsa, alınacak hangi oy yüzdesinin kıymeti olur, devlet zaafa uğrarsa hangi mevki ve makamın değeri olur, devletin başı yastıkta olursa, bugün yaptığımız kavgaların ne hükmü kalır?
            El Bab'ta koalisyon güçleri bizi yalnız bıraktı diyorsak, tarihi tecrübeyi dikkate almamışız demektir. Onlar bizi hep yalnız bıraktı zaten. Hep hasta adam olacağımız günü beklediler belki de. Şimdi de telaffuz etmeye başladılar.
            Suriye politikası devasa bir hata idi. Hele tercihlerimiz daha büyük hata idi. Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş, 5 Ocak 2017 tarihli açıklamasında bunu açıkça dile getirerek şöyle dedi: 'Baştan beri Suriye politikasının büyük yanlışlarla dolu olduğuna inananlardanım''
            Bu coğrafyada, bu kadar çok hata yapma lüksümüz yok bizim. Niçin mi diyeceksiniz? Çünkü tarihi tecrübe böyle söylüyor.
            Şimdi siyasi iradeye; sen niye böyle yaptın, neden ettin deme zamanı değil. Zira sıkıntılarımız büyüyor.
            Gün, bu sıkıntılı durumdan nasıl çıkarız sorusunun cevabını bulma günüdür. Hatayı anlayıp, rücu etmek tecrübeyi kullanmaktır. Bunu fevkalade önemsiyorum. Zaten ciddi adımlar da atılıyor.
            Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın; 5 Ocak 2017 tarihinde Twitter hesabından yaptığı şu açıklama, durumun ciddiyetini gösteriyor: 'Bu mücadeleyi kaybedersek 100 yıl önce başarılamayan SEVR tezgâhı yeniden önümüze getirilecek''
            Evet, o laf 100 yıl sonra ilk defa, yine İngilizler tarafından telaffuz edildi. Sinir uçlarım bir haftadır iltihaplı.
            Bir daha herhangi bir yerde; ne duymak, ne görmek istiyorum.

Bu yazı 2050 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum