Yaşar ATLI

Yaşar ATLI


Kültür ve Din Beyanındadır

08 Mayıs 2017 - 15:50

Her yiğidin kendine has bir yoğurt yiyişi vardır derler. Zaten başka türlü de olmazdı. Allah bizi farklı farklı yaratmış. Hiçbir insan hiçbir insana benzemediği gibi hiçbir millet de hiçbir millete bitamamiha benzemez. Kültürleri, algıları, gelenekleri, töreleri, törenleri kendine hastır her milletin. Mesela bizim ülkemizdeki bir düğün töreni ile bir başka ülkenin düğün töreni farklıdır. Bir sünnet şöleni, cenaze merasimi, yemek kültürü, giyim tarzı farklıdır. Dahası dini yaşayışın da aynen kültür gibi bir millete has tarafları vardır. Mesela hacca ve umreye gidenler şahit olmuştur. Hicazda camilerde hiç tespih yoktur veya tesbihat bizdeki gibi toplu olarak yapılmaz ya da kandil gecelerini biz büyük bir vecd ile kutlarken orada kutlanmaz.
 Şimdi burada hangisi doğrudur, sevaptır, hoştur; hangisi yanlıştır, şirktir, bid'attir, günahtır, hurafedir konusunda bir tartışmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Ayrıca yeri gelmişken belirteyim bu bidat denilen şey ne-menem bir çuval ise bilemiyorum artık, önüne gelen her şeyi yutabilecek kadar oburdur. O çuvalın ağzı bir açıldı mı korkarım sahibini de yutar. Her önüne gelen meseleyi şirktir, bid'attir, batıldır damgası vurmanın kendisi bir kere bid'attir. Aynı zamanda böyle bir muamele dine hizmet etmekten ziyade dine zarar verir.
Aşağıda bu minvalde bir tartışmanın yüz yıl önce de yapıldığını gösteren güzel bir anekdota yer vermek istiyorum. Yahya Kemal, Edebi ve Siyasi Portreler'de Babanzade Ahmet Naim ile olan bir münakaşasını naklediyor. Babanzadeyle 1915'ten beri tanıştıklarını ifade eden Beyatlı, 1921 yılında sert bir şekilde tartışırlar. Kavganın sebebini ise Yahya Kemal'in gazetelerde yazmış olduğu 'fetih hatıraları ve İstanbul toprağına gömülmüş olan ilk cedlerin mezarları etrafında teşekkül etmiş mahallelerin manaları, hulasa bu toprağın "vatan toprağı" diye tekevvün edişinin hikayesi' şeklinde beyan ettiği yazılar oluşturmuş. 
Yahya Kemal çatışma sahnesini şöyle anlatıyor. Darulfünunda Katib-i Umumi'nin odasında istirahat ediyorduk. Ahmed Naim Bey birdenbire dedi ki : "İslamiyete sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor." "Niyçün . . . Nasıl, ne gibi . . . " dedim.
"Mesela bugünkü yazınız gibi yazılardan" dedi ve ilave etti: "Zaten dalalete düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz. Bizim, Abdullah Cevdet'in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddidir; İslamiyeti yıkamaz. Hâlbuki sizin "Tevhid-i Efkar'da bir seneden beri çıkan bu yazılarınız İslam akaidini ve esasatını baştan başa tahrif ediyor. Beyefendi! İslamiyette ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan veya falan semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur.
Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin kendi naşı bile İslam'da takdis olunamaz. İşte İslam'ın Hıristiyanlığa ve diğer dinlere bir faikıyeti de bundandır, böyle batıl şeylere İslam'da inanılmaz."
Yahya Kemal, Babanzade'nin söylediği, akabinde de kendisinin söylediği şeyleri bir güzel anlattıktan sonra enteresan bir cümle kuruyor ve diyor ki; Evet bu millet, İslamiyeti kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever; onun uğrunda yalnız bu sebeplerle ölür. İslamiyeti olsun, Hıristiyanlığı olsun, diğer dinleri olsun, bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle, muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyla karıştırarak kabul etmişlerdir ve başka türlü almalarına zaten imkân yoktur.
Bu münakaşa böyle sona erdikten sonra daha enteresan bir şey naklediyor bize Beyatlı.
Ve aradan on üç yıl geçti. Yıl 1934. Bir gün Vefa'ya doğru yürüyordum, karşıdan Ahmed Naim Bey'in geldiğini gördüm. Beni görür görmez durdu, kollarını açtı, "Bu tesadüf münasebetiyle Cenab-ı Hakka hamdolsun." diyerek söze başladı. O kadar dostça bir tahassüsle hareket ediyordu ki mütehayyir kaldım. Sözüne devam ederek: "Avrupa'da uzun müddet kaldınız, sizi artık görmeden öleceğime bile inanmaya başlamıştım. İkide birde: - Yarabbi bu adamla son bir defa görüşmemi mukadder kıl! Ta ki söylemek istediğim birkaç sözü söyleyebileyim, diyordum, işte bu saatte Allah'ın o lutfunu idrak ettim. Ondan seviniyorum, şimdi sana maksadımı izah edeyim:
"Seninle o kadar sene evvel, Darülfünun'da bir münakaşada bulunmuştum. O münakaşa sonra benim zihnimi senelerce meşgul etti. Son senelerde ise ben, İstanbul'un birçok semtlerinde gezmeği ve oralarda, tıpkı senin usulünde, eski mimari eserlerinin tarihini araştırmağı itiyad edindim. Senin bir zaman "Tevhid-i Efkar" da çıkmış yazılarını buldum ve tekrar okudum. Azim bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime o yazıların bir şair fantezisi olmayıp hakikaten manevi birer ufuk olduklarına kaail oldum. İşte bundan sonra, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem isti'fa-yı kusur etmeği nezr ettim. İşte azizim söyleyeceğim bu idi." dedi.
Muhterem okuyucu, bu kavga yüz yıl önce olduğu gibi dört asır önce sofularla fakılar arasında, bin yıl önce Gazzaliyle sofular arasında, bilmem kaç asır önce kimle kim arasında cereyan etmiştir. Anlayacağınız bu tartışma bitmez.
Berat Kandiliniz mübarek olsun.

Bu yazı 1132 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum