Hüseyin TUNÇAY

Hüseyin TUNÇAY

htuncay45@gmail.com

Balkan Gezimiz-VII

18 Eylül 2023 - 16:20 - Güncelleme: 18 Eylül 2023 - 19:13

            “SU GİBİ AZİZ OL!”
            Bu güzel atasözünü büyüklerimize su verdiğimizde duyardık. Şimdilerde, bize su ikramı yapıldığında söylüyor, hayır duada bulunuyoruz.
            2013 yılında İspanya’ya yaptığımız gezide su  fiyatlarının oldukça pahalı olduğunu yaşayarak görmüştük. Balkan gezisine çıkmaya karar verince bu da aklımıza geldi. O günlerde Gündüz Aydın hocamdan; “Gezide tur firmasının ikram edeceği su yanında derneğimiz de (Salihli Kültür, Sanat ve Edebiyat Derneği) 1.000 şişe (yarım litrelik) su tedarik etmiştir.” mesajı aldık.
            Yaz mevsimim ortasında yapılan gezide suyun ne kadar gerekli ve kıymetli olduğunu  takdir edersiniz. 35 kişilik kafilemiz gezi süresince hiçbir sıkıntısı çekmeden su ihtiyacını karşıladı. Emeği geçenlere, katkıda bulunanlara teşekkür ediyor, su gibi aziz olmalarını diliyoruz.
            KAFİLEMİZDEKİ AHENK VE OTOBÜSTEKİ OTURMA DÜZENİMİZ
            Geziye çıkmadan önce, vatsapta oluşturulan “10 Temmuz Balkan Gezisi” grubumuzdan gerekli duyuru, tavsiye ve açıklamalarla sorularımızın cevaplarını alıyorduk. Gündüz Aydın hocam, gezi süresini dikkate alıp, oturma planımızla ilgili  3’er günlük rotasyonlar yaparak duyurmuştu. Üçüncü günün sonunda görüşlerimiz sorulduğunda herkesin yerinden memnun olduğu, aynı oturma düzenine devam  edilmesi konusunda fikir birliği çıktı. Gezimizin altıncı gününün sonunda oturma düzenimiz değişti, arzu edenler yine aynı koltuklarda kaldılar.
            Otobüsle yapılan gezilerin meşakkati dikkate alınırsa oturma planı bile önemli olabiliyor. Her arkadaşımız büyük bir olgunluk  ve nezaket içindeydi. Gençlerimiz, hürmet, yardım ve saygıda birbirleriyle yarıştılar... Bu bizim kafile olarak en büyük şanslarımızdan birisiydi.
            Yoldaşın iyi olursa, ırak yollar yakınlaşırmış... Kafiledeki arkadaşlarıma müteşekkirim.
            YOLCULUK OHRİD’E
            Daha önce de, gezi turlarının günlük programlarında defalarca görüp okuduğum bir ifade var: “Otelde alacağımız kahvaltıdan sonra... Alacağımız sabah kahvaltısının ardından...” Kulağıma da hoş gelmeyen “alacağımız” sözcüğünü doğru kullanmıyoruz. İşin uzmanları doğru kullanımın “kahvaltı yapmak/ kahvaltı etmek” (1) şeklinde olduğunu belirtiyorlar...
            Üsküp’te kaldığımız otelde sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 08.45’te teker döndü! Sakinlerinin; “Tanrı cenneti çamurdan yaparken, bir parça kopup Ohrid’in üstüne düşmüş.” diyerek olağanüstü güzelliklerine dikkat çektikleri şehre, Ohrid’e doğru hareket ettik.
            Üsküp, sabah mahmurluğunu henüz üzerinden atamamış. Şehir yeni uyanıyor! Cadde ve sokaklarda hareket yok.  “Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! / Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!” diyerek ıhlamurların süslediği sokak ve caddelere veda ediyoruz. Son yıllarda, Manisa da ıhlamur kokulu bir şehir haine geldi. Çiçekleri baharla  merhabalaşıp, bütün güzelliği ile “ben buradayım” dediği vakitte, caddelerden, sokaklardan geçer, cami avlularında soluklanır, ikram ettiği kokuyu  zerrelerime kadar çekmeye çalışırım...
            Gezimizde, özellikleriyle beni en çok etkileyen tarihi miraslarımızdan Alaca Cami’nin olduğu Kalkandere’deyiz. Saat, 09.30
            KALKANDELEN
            Kuzey Makedonya’nın kuzeybatısındaki Şar Dağı eteklerine kurulmuş, Pena Nehri’nin  ikiye ayırdığı kentin adıyla ilgili iki rivayetten bahsediliyor. İlk rivayete göre, Osmanlı burada kalkanları delen silahlar yaptığı için, diğerine göre ise Şar  Dağı’nın çok sivri ve yalçın yapısından dolayı bu ismi almış. Kosova salnâmesinde şehrin 1390 yılından itibaren Osmanlı hakimiyetine geçtiği yazılı.
            Ayhan Doğan’ın makalesinde rastladığım bilgi, şehrin ismiyle ilgili  birinci rivayeti doğrular mahiyette: “1844-1845 yılları arasında Rumeli Eyaletine bağlı ve günümüzde Tetova olarak isimlendirilen Kalkandelen’de sakin olan tüfekçiler ve bunların sosyo-ekonomik durumları tespit edilmiştir. Kalkandelen Kazasında bulunan 50 farklı esnaf-zanaatkâr meslek grubu içinde, ezici çoğunluğu tüfekçi esnafı ve zanaatkârı oluşturmaktadır.” (3)
            Şehirde sanat eseri özelliğini bugüne kadar koruyan Alaca Cami (Paşa Cami, Renkli Cami veya Hurşide ve Mensûre Kardeşler Cami diye de anılıyormuş.) dışında çok sayıda tarihi cami, tekke ve türbe bulunmakta. Biz sadece bir tanesine, Alaca Cami’ye zaman ayırabildik.
            ALACA CAMİ
            İncelemeye, caminin yapıldığı alanın etrafını dolaşarak başladım. Çok zarif, birbiriyle gayet uyumlu kesme taş ve demir parmaklıklı avlu duvarını (1991 yılında Kalkandelen İslâm Cemiyeti tarafından Osmanlı mimarisi tarzında  yaptırılmış), caminin dikdörtgen şeklinde renkli kalem işleriyle süslenmiş dış cephesini, kiremit örtülü çatısını, duvara bitişik, gökyüzüne kalem gibi uzanan tek şerefeli minaresini,  saçak eteklerine yapılan ahşap işlemeleri  görüp, haziresinde medfun sakinlerini selamladım.
            Kuzeyinde, camiyle dar bir sokakla ayrılan iki katlı, mimarisi bizim Kula evlerine benzeyen  güzel görünümlü yapı dikkatimi çekti. Çift kanatlı ahşap kapısının sağ tarafındaki levhada, “İslâm Dini Birliği, Kalkandere Müftülüğü, Alaca Cami Mektebi” yazıyor. Caminin, çocuklara eğitim veren merkezi.
            Çevredeki binaların yüksekliği, camiyi kapatacak, görünmez hale getirecek şekilde değil. Gördüğüm kadarıyla dört katla sınırlandırılmış.
            1459’da mimar İsak Bey tarafından yapılan caminin kuzey kapısından avlusuna girdiğimde, son derece temiz, bakımlı, yemyeşil bir bahçe, güller, şekil verilmiş bodur ağaçlar ve insicamı bozmayacak şekilde  yerleştirilen sekizgen planlı, camiden biraz daha alçak, bu muhteşem mabedin banileri Kalkandelenli Hurşide ve Mensure kardeşlerin yattığı türbe ile kesme taştan yapılmış  ince uzun şadırvanı görüyorum. Şadırvana temiz havlular asılmış, her musluğun başında sıvı sabun var. Ayrıca su tasları da ihmal edilmemiş... Tarif edilmez bir huzuru yaşadığımı söylemeliyim.
            Cümle kapısının üstünde büyük bir kitabe var. İki parçalı meşin kapı örtüsünü aralayıp içeriye giriyorum. Farklı dönemlerim mimari anlayışının meczedilmesiyle ortaya çıkan muazzam bir sanat harikasıyla karşılaşıyorum! Duvarlarda rengarenk tek ve çok çiçekli motifler, vazolar, buketler, bunlarla oluşturulan harika bir görsel zenginlik var. Süsleme kültürümüzün bir parçası olan gül, karanfil, lâle, sümbül size bakıyor. Kubbedeki kompozisyon, zamanın Osmanlı şehirleri ve kutsal yerlerin resimleriyle tamamlanmış.
            Mihrabı ve minberi beyaz mermerden yapılmış. İç mekânın süslemeleri arasında sadelik timsali gibi duruyorlar. Mihrabın tacında “Allah”, çerçevenin üst çıtasında peygamberimizin ve dört halifenin, kavsaranın sağ ve solunda ise peygamberimizin torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in isimleri yazılı.
            Duvarlarının kalınlığı bir metre olan caminin, iç ve dış mekân süslemeleri için otuz bin ile elli bin arasında yumurta kullanıldığı söyleniyor. UNESCO tarafından Dünya Mirası  Listesi’ne alınan Alaca Cami’nin süslemeleri ve kullanılan motiflerle ilgili farklı yorumlara da rastladım. Zamanın anlayışını, sanatını, zevk ve estetiğini yansıtan özgün bir örnek olduğunu söylemeliyim.
            Alaca Cami, başlı başına inceleme, araştırma ve makalelere konu olacak kadar zengin. Şimdilik verdiğim bilgilerle yetiniyorum.
            Camiye girdiğimizde; “Anamın ak sütü gibi helâl Türkçeyle”, “Hoş geldiniz” diye karşılayan, “Hayırlı yolculuklar” dileyip uğurlayan, yüce gönüllü, aydınlık yüzlü  cami görevlisine şükran ve teşekkür borcumuz var. Selam olsun.
            Tabii ki iyilikler anılmamalı, bir elin verdiğini diğer el görmemeli!!! Fakat bazen de birbirimize hatırlatmakta fayda var. Bazı arkadaşlarımız, cami giderlerinin karşılanması için katkıda bulundular... Sanat harikası, eşine ender rastlanan eserlerin geleceğe taşınması hepimizin görevi.
            Biz mi zamanın önünden koşuyoruz yoksa zaman mı bizi kovalıyor bilmiyorum!!! Müstesna bir mabedin, gönlümüze, ruhumuza verdiği huzur ve  bizde bıraktığı hatıralardan istemeye istemeye ayrılıyoruz. Gün olur da gelirseniz, Kuzey Makedonya Kalkandelen (Tetova) Alaca Cami’yi (5) listenize mutlaka alın...
            OHRİD
            Yolumuza devam ediyoruz. Dün akşam kafilemizin rehberimizle yaptığımız istişarede, Ohrid’e daha fazla zaman ayırmak için Matka Kanyonu  ziyaretini iptal ettik.
            Çok canlı bir bitki örtüsünün içinde, oldukça virajlı yoldan ilerliyoruz. Ağaçların oluşturduğu  koridordan geçiyor ve yokuş tırmanıyoruz.  Bazen, ağaçların dalları aracımıza değiyor.
            Şehir merkezine gitmeden evvel, Ulusal Park Galicica’nın bir parçası olan St. Naum Manastırı’nı  görüp, inceleyeceğiz.
            SVETİ NAUM MANASTIRI
            Ohrid Gölü’ne bakan sarp ve yüksek bir tepenin üstündeki ortadoks manastırı, 905 yılında Sveti Naum tarafından kurulmuş.  Sveti Naum, Hristiyanlığın yayılmasına, bölgede Kiril alfabesinin tanınmasına ve kullanılmasına verdiği hizmetlerle tanınıyor.
            Otobüsümüzden inip, millî park alanına giriyoruz. Manastır yolunda ilerlerken hediyelik eşya stantlarını,  göl kenarında yüzen ve dinlenenleri görüyoruz. Manastırın girişindeki ulu ağaçlara varmadan, harika gölcüklerle ağaçların oluşturduğu manzara bize eşlik ediyor. Gölcüklerden kaynayan sular Ohrid Gölü’nü de besliyormuş.  
            Bir bölümü otel olarak kullanılan, UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ne dahil ettiği manastıra taş döşeme yoldan geçerek, üstünde resimli bir tasvirin, hemen altında “MAHACTHP CB.HAYM” yazısının olduğu kemerli kapıdan içeriye giriyoruz. Çift kanatlı ahşap kapı oldukça eski ve özel oymalara sahip. Burası; okul, eğitim, ibadet , ibate amacıyla oluşturulan bir merkez. Kuyu, çeşme ve benzeri temel ihtiyaçlar düşünülmüş.
            Manastırda bulunan yapı grubu, zamanın estetiğini ve  kilise mimarisini anlamak için   ilginç bir gözlem alanı.
            Ohrid Gölü’ne bakan cephe tam seyirlik bir alan. Hem gölü, hem de kıyıya yanaşan gemileri, gemilerin temkinli manevralarını zevkle seyredebiliyorsunuz. Göldeki görüş mesafesi uygun olmadığı için karşı kıyıdaki  Arnavutluk’u göremedik.
            İbadet edenleri, dua ve niyazda bulunanları rahatsız etmeden Başmelekler Kilisesi’ne giriyorum.  Fresk ve ikonalarla bezenmiş, çok loş bir ortam. Arzu edenler parasını ödeyerek mum alıp, içeride yakıyor. İçeriye yanan mumların kokusu sinmiş. Duvarlardaki resimlerin bazılarında isimler de mevcut. Yaklaşık bir metre yüksekliğinde, üzerinde bir aziz resminin olduğu, gelenlerin para yardımlarını bıraktıkları işlemeli ahşap kutular gördüm. Bazı aziz resimlerinin bulunduğu yardım kutularındaki bağışların fazlalılığı  dikkatimi çekti.
            Diğer yapıları inceleyip, manastırın önündeki bahçeye çıktık. Koyu gölgeli ağaçların altından  gölü gören tarafa doğru yürüdük. Kuşların ve yapay su şelalesinin sesi ortamı güzelleştiriyor.
            Tekrar 30 km giderek Ohrid’i göreceğiz.
            İslam Ansiklopedisi’nin ilgili madde yazarı, bu şehirle ilgili açıklamasına açtığı yan başlıkta: “Makedonya Cumhuriyeti’nde eski bir Osmanlı kaza merkezi.” (1395-1912) diye belirtmiş. Tarihinin  bundan öncesi de var. 55.000 nüfuslu şehir, Ohrid Gölü’nün kenarına, deniz seviyesinden  792 metre yüksekliğe kurulmuş.
            350 yıl önce Osmanlı döneminde buraya yerleştirilen ailelerden birisinin mensubu olan Konya Karamanlı yerel rehberimizle buluştuk. “Bizi buralarda unuttunuz!” diyerek espri yaptı.
            Gölün kenarındaki şehir meydanında, Sveti Naum heykelinin yanında bilgi vermeye başladı. Ohridliler hava sıcak olduğu için parktaki ağaçların altında serinliyorlar.
            Bir sonraki durağımıza daracık, taş döşeli sokaklarında yürüyerek ilerliyoruz. Roma (Via Egnatia ticaret yolu ) Yolu’nun geçtiği yeri görüyor, Safranbolu Evleri´ne benzeyen  tarihi evlerden önemli olanların ve zamanında bu evlerde ikâmet edenlerin hikâyelerini dinliyoruz.
            İsmine aşina olduğumuz, Ohrid’in en eski ve en önemli (St. Sophia Kilisesi) Ayasofya Kilisesi’nin önündeyiz. Camekanlı küçük kilise maketinden, yapının bütününü ve mimari ayrıntılarını daha rahat görüyoruz.“Ayasofya” adını almasının şartı olarak, bu bölgeye 400 kilise yapılmasının şart koşulduğu, bunu başardıktan sonra bu adı alabildiği söyleniyor. 
            Osmanlı Devleti döneminde eklenen minare ile camiye çevrilen yapı, daha sonra tekrar eski haline getirilmiş. Camiye çevrildiği dönemde sadece üstü kapatılan fresk ve süslemeler zarar görmemiş.
            Rehberimizin verdiği bilgiye göre, Ohrid incileri dünyaca ünlüymüş. Bu inciler, bizim bildiğimiz şekilde doğal süreç sonunda oluşan inciler değil. Gölden çıkartılan bir midye türünün kabuğundan alınan sert maddenin işlenmesi ve yine bir balığın pullarının parlatıcı olarak kullanılmasıyla elde ediliyormuş. Rehberimizin davet ettiği gayet büyük inci  mağazasında kafilemiz alışveriş yaparken bizler de ikram edilen çaylarımızı yudumladık. Burada Türk çayı içmek büyük saadet!
            Gerek gölün gerekse şehrin adı olan “Ohrid”, “Ohri” olarak okunuyormuş. Ben bilmediğim için yazıldığı şekliyle okuyordum. Şimdi düzelttim!
            OHRİD GÖLÜ
            Balkanların en eski (4 ila 10 milyon yıl) ve en derin (300 m), ekosisteminde o yöreye özgü 200 türü barındıran gölü,  UNESCO 1979 yılında Dünya Mirası Listesi’ne dâhil etmiş.  Arnavutluk ve Kuzey Makedonya’ya sınır olan gölün etrafında  Ohrid , Struga (Kuzey Makedonya) ve Pogradaş (Arnavutluk) şehirleri var.
            Deniz seviyesinden 695 metre yükseklikte, sularını 10 yılda bir yenileyebilen ender doğa harikası gölün yüzölçümü 349  km². Kumsal alanlar, yüzmeye  gelen turist ve ziyaretçilerle dolu.
            Saat 18.00’e doğru gölün kenarındaki otelimize geliyoruz. Erken gelmemizin sebeplerinden birisi de arzu eden arkadaşlarımızın, gençlerimizin ve çocuklarımızın otele ait plajdan yararlanabilmeleri. Özellikle çocuklarımız  çok mutlu!
            Yarın sabahleyin kahvaltımızı yaptıktan sonra; Evliya Çelebi’nin (1661), 12 eşsiz mesire yerinden bahsederek, ahalisinin Makedonca, Rumca ve düzgün Türkçe konuşup, gayet özenli kılık ve kıyafet giyiyor deyip gül-i gülistana benzettiği balık yurdu Ohrid’den ayrılıp Manastır’a  hareket edeceğiz.
            Ben, Ohrid Gölü’ne nazır odamızda istirahat edip, yarım kalmış notlarımı tamamlayacağım.
            KAYNAKLAR:
1) https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1665886, Şeyda YEŞİLYURT
2) https://islamansiklopedisi.org.tr/kalkandelen
3)https://www.acarindex.com/turk-dunyasi-arastirmalari/a-centre-of-rifle-manufacture-in-the-balkans-during-ottoman-period-kalkandelen-tetova-81559
4) https://www.zdergisi.istanbul/makale/kalkandelen-alaca-camiinin-essiz-duvarlari-53
5) https://www.travnikuniversitesi.com/alaca-camii-ile-osmanlinin-mirasini-kesfedia

Bu yazı 682 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum