Yaşar ATLI

Yaşar ATLI


Hakikatin Dili-II

05 Temmuz 2017 - 14:55

Yunus bu göz anı görmez
 Görenler hod haber vermez
 Bu menzile akıl ermez
 Bu kurduğun serab nedir.
Hep hakikati aramışlar. Kimi bulamamış yolunda ölmüş, kimi bulmuş anlatamamış, kimi bulduğunu zannetmiş. O arayanlardan biri şöyle fısıldamış:
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leylâ dedimse sensin.
Bu yazıyı yazma sebebim Andre Gide'den okuduğum ve onun Oscar Wilde'den dinlediği bir öykü oldu.
Masal anlattığı için köyünde çok sevilen bir adam varmış. Her sabah köyünden çıkar gidermiş, akşamüstü döndüğü zaman, sabahtan akşam kadar çalışıp didinen bütün köylüler, onun etrafında toplanırlar: — Haydi anlat bakalım; bugün neler gördün? derlermiş. O da anlatırmış: Ormanda bir kır Tanrısı gördüm, flavta çalıyordu, etrafında küçük orman perileri halka halka, raks ediyorlardı. Köylüler: — Anlat anlat, daha başka neler gördün, derlermiş.
— Deniz kıyısına vardığım zaman, dalgaların kenarına oturmuş üç denizkızı gördüm; yeşil saçlarını altın bir tarakla tarıyorlardı.
Ve köylüler masal söylediği için onu severlermiş.
Bir sabah, o adam yine her günkü gibi köyünden çıkmış. Ama deniz kenarına geldiği zaman, bakmış ki, sahiden üç denizkızı, dalgaların kenarına oturmuş, yeşil saçlarını altın bir tarakla tarıyorlar! Yürüyüşüne devam ettiği için, koruluğa yaklaşırken de flavta çalarak orman perilerini oynatan bir kır tanrısı görmüş... O akşam köyüne dönünce köylüler yine, onun etrafını almışlar:
— Anlat bakalım bugün neler gördün? demişler.
O da şu cevabı vermiş:
— Hiçbir şey görmedim.
         Cüneyd-i Bağdadi'nin şöyle dediğini duymuştum. Aramakla bulunmaz fakat bulanlar arayanlardır ama bulanlar da başkasına anlatamaz. Bu söz gibi bir söz de sofist Gorgias'tan nakledilir. Hiçbir şey yoktur, varsa bile insan için kavranılamaz, kavranılsa bile dile getirilemez, dile getirilse bile başkasına anlatılamaz.
Bu yazının başlığını 'hakikat kafamızın içindedir' şeklinde yazacaktım fakat büyük laf etmiş olmamak için yazmadım. Ama yine de aşağıdaki öyküyü okuduğunuzda zannedersem siz de bana azıcık hak vereceksiniz.
Bir hastane odasında iki yatak ve hayat ile ölüm arasındaki çizgide yaşamdan yana kalmaya çalışan iki ölümcül hasta.
Yataklardan biri pencere önünde, diğeri duvar dibinde... Pencere kenarındaki sabahtan akşama kadar, pencereden dışarıya bakıp seyrettiklerini duvar dibinde bir şey görmeyen, aynı kaderi paylaşan hasta arkadaşına anlatıyor:
 "-Bugün deniz dünden daha durgun... Rüzgar hafif esiyor olmalı... Beyaz yelkenliler denizde belli belirsiz ilerliyor, kuğu gibi süzülüyorlar... Park mı?... Ha, park henüz tenha. Salıncakların ikisi dolu, ikisi boş... Geçen haftaki sevgililer yine geldiler. Hep el-eleler... Bir sıraya oturdular. Gözlerini birbirlerinden ayırmıyorlar. Erkek bilgiç tavırla bir şeyler anlatıyor. Ne kadar da bir birlerine yakışıyorlar... Ah kardeşim görmelisin. Erguvanlar bugün çıldırmış... Öyle bir çiçek açmışlar ki etraf mora boyanmış... Erikler desen keza, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş, gelinler gibi. İşte parkın neşesi çocuklar geldi. Ellerinde rengârenk uçurtmalar, balonlar... Umutlarını göğe uçuruyorlar. Bugün martıların keyfine diyecek yok. Masmavi denizin üzerinde gösteri uçuşu yapıyorlar. Arada bir suya şöyle bir dokunup günlük yiyeceklerini topluyorlar"...
 Bu böyle her gün sürüp giderken, her gördüğünü anlatıp dururken ansızın yeni bir kalp krizi geçirir pencere yanındaki adam... Duvar dibindeki düğmeye bassa doktoru çağırabilir ve belki de arkadaşı kurtulabilir. Ama... Ama yapmıyor işte.
Arkadaşı ölürse pencere kenarı boşalacak ve kendisi oraya geçecek. Bugüne kadar kulaklarıyla duyduklarını gözleriyle de görecek ve duvar dibindeki düğmeye basmaz ve arkadaşı ölür. Ertesi gün duvar dibindekini yatağından pencere kenarındaki yatağa taşırlar. Beklediği an gelmiştir artık. Yattığı yerden pencereden dışarıya bakar... Dışarıda kapkara bir duvar...

Bu yazı 951 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum