Yaşar ATLI

Yaşar ATLI


Ev

04 Aralık 2020 - 09:37

Ev meselesini konuşmak kolay değildir. Mimariyi, inşaatı, şehirleşmeyi, göçü, ekonomiyi, kültürü ve dahi bilemediğim nice ilimleri beraber mütalaa ederek işlenmesi gereken çok bileşenli bir konudur. Biz bu yazımızda ev olgusunun temeline bir kürek sağlam harç nasıl koyabiliriz, sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.
En yakıcı konuyla, depremle başlayalım. İçinde yaşadığımız, barınağımız, sığınağımız dediğimiz yuvamızı bazen alt üs eden, mezara çeviren depremle. Deprem sonrasında takip edebildiğim kadarıyla bu işin ehli diyor ki bizim ülkemiz deprem kuşağındadır. Binaenaleyh depremle yaşamayı öğreneceğiz. Peki, ne yapacağız? Bir hoca dedi ki her yere ev yapılabilir. Yeter ki kurallara uygun yapalım. Tıpkı Japonya'daki gibi. Güzel bir temenni, fakat o zamana kadar ne yapmalı. Tamam, zemin etüdünü iyi yapalım, malzemeden kısmayalım, bütün kaide ve kurallara uyalım. Fakat yine de çok katlı binalar bana soğuk geliyor.
Güvenliği en üst seviyede bir ev tasarlasak bile başka şeyleri de düşünmek zorundayız. Bunun için de çok katlı apartmanlardan vazgeçmeliyiz diye düşünüyorum. On- on beş katlı apartmanların yükseldiği şehirlerimizde sorun hemen daha içeri girmeden başlıyor. Arabayı park etme sorunu. Ortak kullanım alanlarından olan merdiven ve asansörlerin temiz kullanılması, ayakkabıların kapı önünde park edilmesi meselesi. İçeri girdik. Yüksek sesle konuşma, gürültü meselesi. Balkona çıkıyorsun, biri bizi mi gözetliyor meselesi. Eyvah üst komşum psikopat çıktı meselesi.
Peki çözüm. Yatay mimari. En fazla üç katlı konutlar hem yaşam açısından daha konforlu, hem de belli bir yere yığılmaya çözüm olarak düşünülebilir. Bir de evlerin balkonu meselesinde bir hususu siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Bir evin balkonunun en az evin oturma odası kadar önem arz ettiğini ve işlev gördüğünü söyleyebilirim. Hele yazın balkonda oturmanın keyfini başka ne verebilir. Kullanışlı bir balkon çocukların da bir oyun yeri olmaz mı? Geçenlerde bir arkadaşım yüklü miktarda parayla bir abarduman dairesi aldığını söyledi. Peki, balkonu nasıl dedim. Balkonu pek küçük dedi. Ben olsaydım almazdım dedim. Çünkü eskiden evlerin avluları vardı, orada nefeslenebiliyordun. Fakat şimdi o imkân yok fakat balkonlar hiç olmazsa mini bir avlu görevini görebilir, dedim. Arkadaşımın da yapabileceği bir şey yok çünkü bütün binalar birbirine benziyor. Demem şu ki ev meselesi sadece bir mühendislik meselesi değildir.
Unutmadan bir şey daha söylemek istiyorum. Bakıyorum herkes bir evim olsun derdinde. Bundan daha doğal bir şey olamaz elbet. Mesela dede bir ömür çalışmış bir ev sahibi olmuş. Oğlu da aynı çabanın içerisinde, torun da. Acaba diyorum yapılan evler zamana dayanıklı iki yüz sene yaşayabilecek dayanıklılıkta yapılamaz mı? Kelimenin tam anlamıyla ‘ev bir kere yapılır.' Öyle değil mi? Hayatta evden başka yapılacak şeyler de var.
Deprem meselesiyle ilgili şöyle bir düşüncem var. Deprem çok kısa sürede olup biten bir hadise. Beşinci kattasın. Deprem oldu. Atlasan atılmaz, kaçsan kaçılmaz. Hayat üçgeni. Bir de diyorum acaba bir deprem odası yapılsa her ev yapılırken olmaz mı? Diyelim ki evin mutfağı deprem odası. Daha ev yapılırken bu mutfak ve tabi binanın tüm mutfakları ekstra çelik konstrüksiyonlarla güçlendirilse işe yaramaz mı? Şiddetli bir depremde evin diğer odaları sarsılsa bile deprem odası çelikten bir kutu gibi sarsılmaz. On saniyede evdeki herkes deprem odasına ulaşabilir.
Bir de teknik bir konu ama televizyonda gördüğüm yıkılmış bazı binalarda şöyle bir manzara vardı. Kolon iyi kötü dayanıklı çıkmış, kiriş de öyle. Fakat tavan aşağıya göbeklenerek beraberinde binayı göçürmüş. Acaba diyorum kolon ve kirişlerle tablanın bağlantılarında kronik sorunlar mı var bazı binalarda. Acaba Japonlar bu işi nasıl çözmüş. Bu Japonya'yı çok merak ediyorum doğrusu. Bu cümleyi yazdıktan sonra internetten Tokyo resimlerine baktım, devasa modern binalar. Yukarıda çok katlı apartmanlardan vazgeçmeliyiz dedim ya. O cümleyi mutlak anlamayın. Demek istediğim olur olmaz her yere abarduman dikilmesi.
Romain Rolland, Tolstoy'un hayatını anlattığı eserinde şöyle bir pasaj aktarır. Moskova'da geçirdiği bir kış sırasında aile görevleri dolayısıyla çocuklarıyla birlikte gelmişti Moskova'ya, 1882 Ocağında, kendi isteğiyle katıldığı bir nüfus sayımı, büyük şehirlerin sefaletini yakından görmesini sağladı. Üzerindeki izlenimi korkunç oldu. Uygarlığın bu gizli yarasıyla birinci kere bağıntıya geçtiği günün akşamı, gördüklerini bir dosta anlatırken: bağırmaya, ağlamaya, yumruklarını sıkmaya başladı. Böyle yaşanılamaz! diyordu hıçkıra hıçkıra. Olamaz böyle şey! Olamaz!
Tolstoy'dur bu. Ağlar da güler de. Büyük adamdır. On dokuzuncu yüzyılda peygamber gelecek olsaydı bu Tolstoy olurdu kanımca. Her defasında gözlerine baktığımda irkiliyorum. Bu kadar insan ruhuna nüfuz eden bakış azdır. Tabi Tolstoy şehirlerdeki sefalete ağlamış. Eğer bugünün şehirlerindeki keşmekeşi görseydi ne yapardı düşünemiyorum. Takdir etmek iyidir ama güzelleme yapmak banal geliyor bana, bilmem size nasıl geliyor. Eh bu kadar Tolstoy güzellemesi yeter. Hem yukarda Tolstoy peygamber olurdu falan dedim ya! İnanmayın. Biz şarklıların özelliğidir. Abartmayı severiz. Ama yine de Tolstoy büyük bir insandır. İnsanın altını iki defa çiziyorum. Keşke Anna Karanina'yı okumuş olsaydım. Her neyse.
Yukarıda ev meselesinin bileşenlerini sayarken göçü de saydık. Göç başlı başına işlenmesi gereken bir konu. Ankara'ya ilk gittiğimde daha otobüs şehir sınırlarına yeni girmişti ki hayretler içinde kaldıydım. Orhan Veli diyor ya, denizi göreceksin, sakın şaşırma. Ben de denizi gördüm, gecekondu denizini. Ve şaşırdım. Yirmi yıl önce. Yanlış anlaşılmasın. Gecekondu iyidir kötüdür demiyorum. Sadece Ankara'nın da Malatya gibi ve elbette diğer şehirler gibi devasa göç aldığını söylemek istiyorum. Göç devam ediyor. Şehrin imkânlarından ben de istifade edeyim deyu yerini yurdunu terk edebiliyor insanlar. İşte işin hamıyla hası da burada karışıyor. Devasa bir konut ihtiyacı. Şehir buna cevap veremiyor. Alt yapısı, üst yapısı alt üst oluyor.
En çok üzüldüğüm şeylerden birisi de şehirlerin ciğerlerinin harap olması. Mesela Malatya'nın şehir merkezinin etrafı yemyeşildi. Yüzyıllık ağaçlar, bahçeler vardı. Ama ne oldu. İki yıl önce Malatya'ya gittiğimde yemin ederim ki mahallemi tanıyamadım. Minibüs şoförüne nerede ineceğimi söyleyemedim. Devasa siteler yapılmış. İhtiyaçtır yapılsın tabi. Ama sebeplerine eğilmemiz lazım. Köylerimizle ilçelerimiz, ilçelerimizle illerimiz arasındaki yolların kusursuz olması lazım. Şehirde olan kurumları köyde yapma şansı yok ama ihtiyaç duyulan hizmete çok çabuk ulaşan bir vatandaş neden köyünü, ilçesini terk etsin. Bir de aklıma bir husus geliyor. Tabi bu düşünceme katılmayabilirsiniz. Hatta hiçbir düşünceme katılmayabilirsiniz. Dahası benim düşüncelerime ne kadar katılmazsanız o kadar memnun olurum. İyi de o zaman neden yazıyorum. Kendim için. Aklıma gelen husus şu. Acaba, diyorum bazen kendi kendime, acaba Malthus haklı mıydı?
Yazıyı tasarlarken yazının başlığı ‘Tolstoy Ağladığında' gibi afilli bir başlık olmasını istemiştim. Sonra düşündüm de bir çıkıp dese ki hocfendi, hocfendi, yazını okudum o başlık ‘Tolstoy Ağladığında' değil de ‘Anamız Ağladığında' olmalıydı derse ne derim deyu başlığı adamakıllı koymak lazım dedim ve ‘Ev'de karar kıldım.
Ev meselesi kültür ile de alakalı mıdır? Elbette. Geçen yıllarda bir yerde okumuştum. Bir yazar bir site reklamında E-5'e nazır daireler, şeklindeki ifadeden yola çıkarak bir eleştiri getiriyordu. Bir insan evinin yola bakmasında ne zevk alabilir. Mesela gelip geçen araçları mı sayacak gibi eleştirilerde bulunuyordu. Sonradan fark ettim bir tepede oturup aşağıdan vızır vızır geçen araçları seyretmek benim de hoşuma gidiyor. Tabi evimin dibinden E-5'in geçmesini istemem. Sayın yazara katılıyorum.
Ev konusunda bir oda dolusu mesele yazılabilir. Bir de baharlar bilirim, apartman dairelerinde yaşayan çocukların bilmediği, bilmeyeceği; diyen şaire sitemim var. Aç bir insanın önünde yemek yenmez. Veya Sokrates bir ev yapmış gayet küçük demişler, buna kim sığar ki. O da dostlarım, demiş. İşte efenim ev kelimesinin kökü şudur, temeli budur gibi cilalı laflar. Veya ev asli ihtiyaç değildir çadırda da yaşarsın diyen muhterem bir hocaya biraz ekşime. Yok efendim evi dişi kuş yapar, evle ilgili şiirler, biraz modernite eleştirisi. Hayır hayır bir ev bu kadar kalabalık olmamalı.
Hem ömür biter evin işi bitmez. En iyisi evin sade olması. Haydi eski evimize gidelim.
Kimdir bizi men'eylecek bağ-i cinandan,
Mevrus-i pederdir gireriz hane bizimdir.

Bu yazı 1062 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum