Yaşar ATLI

Yaşar ATLI


Serencame

29 Mayıs 2025 - 16:59 - Güncelleme: 29 Mayıs 2025 - 17:00

Şehirlerarası bir otobüs yolculuğundasın. Vakit gecenin bir yarısı. Az önceki molada üşümüşsün. Başını cama dayamış uzaktaki belli belirsiz ışıklara bakıyorsun. Nuri Bilge Ceylan karakterlerindeki gibi düşünmeyle düşünmeme arasında, nerede olduğunu bilmeden, neye niçin baktığını bilmeden akıp giden geceye bakıyorsun. Kaptan kısık bir sesle radyo dinliyor. ”Yüce dağ başında yanar bir ışık.” Galiba Kıraç söylüyor. Bir de bakıyorsun ki uyumuşsun.
Sabahın erken saatleri. Hava biraz serin. Otların kokusu, kuşların sesi, ayaklarının önüne serilen geniş ova. Masmavi bir gökyüzü, sapsarı bir güneş.  Yürüyorsun, yürüyorsun. Küçükken de böyle yürürdün. Yürümeyi henüz öğrenmiştin. Elinden tutmak istiyorlardı, düşersin diye.  Ve birden bütün bu her şeyin ortasında yürüdüğünün, yalnız yürüdüğünün farkına varıyorsun.
Bugün tanıdık tanımadık birçok insanla karşılaştın. Kimiyle konuştun, kimiyle konuşmadın. Bir dünya gillu-ğiş, bir sürü hay-huy. Alanlar, satanlar, soranlar, sormayanlar, gelenler, gidenler. Diyojenvari birini arıyorsun. İskender’e bile gölge etme başka ihsan istemem diyen birini. Rastlıyorsun da. ‘Allah rızası için bu fakire bir ekmek parası’ diye dilenirken rastlıyorsun. Yunus pazar kurmuş, buğday satıyor, karşıdan el ediyorsun, görmüyor.  Kalabalıklarda kayboluyorsun. Ve birden bir şeyin farkına varıyorsun. Karşılaştığın bütün bu yüzler, bütün bu bir milyon yüz, hepsi aynı, hepsi sana benziyor. Üzüleyim mi sevineyim mi bilemiyorsun. Birden kendini bir işyerinin aynasında görüyorsun. Hayrete kapılmışsın.
Az önce güzel bir ziyafet çektin kendine. Çok acıkmıştın. Acıktığın için mi yemek lezzetli gelmişti, yemek lezzetli olduğu için mi çok yemiştin bunu düşünmek istemedin bile. Şimdi ise çay içiyorsun. Ohh, gözümüz açıldı vallahi diye düşündün. Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme geldi. Bir de baktın ki mutlusun.
Birkaç yıl önce deniz kenarında oturduğunu hatırlıyorsun. O güne dair pek bir şey hatırlamıyorsun. Hatırladığın, kumdan kaleler yapan birkaç çocuk. Bir de batmakta olan güneşin sakin denizde oluşturduğu o muhteşem gümüş renk. Bu sonsuz görüntü karşısında insan sabaha kadar şiir yazabilir, resim yapabilir, uzaklara gidebilir. Bir de bakıyorsun ki şair değilsin.
Uzaklardasın. Her şeyi unutmuşsun. Nerede olduğunu unutmuşsun. Kimseyi tanımıyorsun. Uzaktan bir siren sesi geliyor. Bir çocuk annesinin eline sıkı sıkıya yapışmış, düşmesin diye. Önünden bir cenaze alayı geçiyor. “Bir değirmendir cihan her kimse bekler nevbetin.” Üzerine bir gurbet hüznü çöküyor. Ağlıyorsun.
Bir çocuk simitçiii diye bağırıyor. Taze simitlerim var. Başka bir çocuk simitçiden simit alıyor. Bir kuş koluna pisliyor. Allahtan başıma isabet etmemiş diye kendi kendine söyleniyorsun. Bir de bakmışsın ki gülüyorsun.
Günler geceler geçiyor. Dostlar geçiyor. Masmavi gökyüzü, gümüş renkli deniz, yemyeşil ovalar, dağlar, bulutlar geçiyor. Kiraz mevsimi, bahar mevsimi, portakal mevsimi geçiyor. Her mevsim bir şeyin mevsimidir, her zaman bir şeyin zamanıdır; birden fark ediyorsun. Zaman nedir, sonsuz zaman nedir? Geçmiş zaman, tarih nedir? Bir şeyin tarihi değil mi? Gelecek zaman o da bir şeyin zamanı olacak. Tıpkı bugünün bizim zamanımız olması gibi. Böyle irili ufaklı düşünürken, her düşüncenin bir şeyin düşüncesi olduğunu düşünürken, zamanı evcilleştirdiğini düşünürken bir de bakmışsın ki akşam olmuş.

Bu yazı 164 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum