Hikâye bu ya, yetmişlerde atom enerjisinden biri buraya gelmiş. Aşağı mahalle, yukarı mahalle derken dön dolaş biraz soluklanmak için bir kahveye inmiş. Tesadüf bu ya, meğer Hüsamettin amcanın oturduğu masaya denk gelmiş. İlişivermiş masaya. Tabi rahmetli Hüsamettin amcanın formda olduğu seneler. Boyuna konuşuyor. Masaya yeni gelen misafirin farkında bile olmamış.
Hüsamettin amca ne mi anlatıyor. Ne anlatmıyor ki. Avcılık hikâyeleri, hac hatıraları, ailevi meseleler, askerdeyken yapmış olduğu kahramanlıklar ve daha neler neler. Mesela diyor ki askerdeyken bir gün araziye çıktık. Dere-tepe, dağ-taş yürü babam yürü takriben on kilometre yürüdük. Neyse bir vadide mola verdik herkes bir ağacın altına dağıldı. Ben de biraz uzakça bir yere gidip bir ağacın altına oturdum. Tayınımı yedim, sırtımı dayadım ağaca meğer uyumuşum. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Bir de baktım ki beni çağırıyorlar. Hayırdır ne oldu; komutan çağırıyor. Hemen toparlanıp koştum. Emret komutanım. Baktım ki komutanın beti benzi atmış. Hayırdır ne oldu komutanım. Komutan elini omzuma koyarak Hüsamettin evladım sana hayati bir görev düştü. Şu ağacı görüyor musun? İşte onun altında bir canavar yatıyor. Yolumuzu kapatmış. O canavarı bertaraf etse etse sen edersin dedi. Komutanım o işi bana bırakın dedim ve tek başıma canavarın olduğu yere gittim. Kasaturamı çıkarıp canavarın üzerine atıldım. Zor da olsa canavarı etkisiz hale getirdim. Sürüye sürüye komutanın huzuruna getirdim. Komutan bir bana baktı bir canavara, gururlu bir şekilde dedi ki yavrum Hüsamettin senin gibi cengâverler olduğu müddetçe düşmanı tepeleriz evelallah.
Bizim misafir ağzı açık bir şekilde dinliyor. Hüsamettin amca nefesleniyor, misafirin farkına varıyor. Bizim oğlan sen nerdensin. Çayları tazeliyorlar. Hüsamettin amca misafirin konuşmasına fırsat vermeden bu defa bir av hikâyesini anlatıyor. Biz beş arkadaş ava gittik. Akşama kadar gezdik fakat elimiz boş dönüyoruz. Ayaklarımıza kara sular indi. Bir ağacın altında oturuyoruz. Arkadaşlardan biri çok uzakta ağaçların arasında bir ayı gördüğünü söyledi. Dürbünle baktık gerçekten ayı. Arkadaşlar silahlarına davrandılar, ben durun dedim. Atadan yadigâr bir yayım vardı. Çıkardım yayımı, okumu yerleştirdim. Yayı gerdim gerdim gerdim. Artık yay neredeyse kırılacak. Arkadaşlarım nefesini tutmuş beni izliyorlar. Ve ok ıslık sesi çıkararak hedefini on ikiden vurdu. Ayıdan sadece vöööooaahhh diye bir ses duyduk. Sonradan menzili ölçtük. Tam sekizyüzkırksekiz metre. Atom enerjisi başkanlığından gelen misafir ağzı açık dinliyor. Ya hu diyor kendi kendine, bu adamın yaptıklarının yanında bizim kurum halt etmiş. Bizim oğlan anlat bakalım sen kimsin, kimlerdensin, ne iş yaparsın sorularına; aşağı nahiyedenim, patates almaya geldim deyip oradan savuşuyor.
Evet bizim misafir bilim adamı bir çay içimliği sohbetten ağzı açık ayrılmış. Fakat bir enteresan olay daha yaşanmış. Bir hafta sonra benzer bir hikâyeyi belki de aynı hikâyeyi, Kemaliye’de, bir süre sonra Cizre’de, Kerkük’te, İsfehan’da muhtelif ağızlardan dinlemiş. Zorlasa belki Lahor’da bile dinleyebilirdi. İşte bu gerçekten şaşırtıcı bir şeydi. Nasıl oluyordu da bilmem kaç milyonluk bir deniz fosili Ağrı dağında, aynı zamanda Sibirya’nın buzulları içinde, Kalahari çölünde, Aconcagua’da bulunuyor.
Bizim bilim adamı emekli olmuş, merak etmiş ve elli yıl önce geldiği ilçeye tekrar gelmiş. Ben de tesadüfen tanıştım. Hüsam amcayı rahmetle andık. Çay içtik. Bana ne dedi biliyor musunuz? Bütün o benzer hikâyeler tek bir hikâyeden mi doğdu. Yoksa ansızın, durup dururken boşluğun karihasından mı sökün etti. İşte bu sorunun cevabını arıyorum dedi.
Şimdi şaşırma sırası bende; bir hikâyenin peşinde elli yıl, vay be!
YORUMLAR