Benim küçük kız o zamanlar daha da küçüktü. Bir gün beraber parka gidiyorduk. O zamanlar bir şey keşfetmiştim. Parktan daha çok yolun hoşumuza gittiğini, yol esnasında havadan sudan konuşmalarımız, bazen hiç konuşmadan yürümemiz, düşünmemiz, hayallere dalmamız, bir tanıdıkla karşılaşmamız bütün bunların bize zevkli geldiğini fark ettim. En azından bana zevk verdiğini biliyorum. Fikirlerimin yüzde sekseni yürürken gelmiştir aklıma diyebilirim. Aristo, okulunun bahçesinde yürüyerek ders verirmiş. (buradan bir eğitim modeli çıkarmak isterdim ama konumuz bu değil.)
İşte böyle gelip gitmeler esnasında kızım bir gün dedi ki baba bak bu arabanın rengi sarı, bu ağaç yeşil, şu evin rengi kahverengi. Bu durum beni aşırı derecede şaşırttı. Belki o yoldan bimilyon kere geçmişimdir ama aklımdan hiç böyle bir şey geçmemişti. Bırakın ağacın yeşilini, ağacın bile farkında değildim. Yan yana yürüyorduk ama anladım ki çocuğun, çocukların dünyası çok farklıymış. Anladım ki çocukların dünyası renk dünyasıymış. Çocukların dünyası renkli bir dünyaymış. Çocuklar bizim dünyaya baktığımız gibi bakmıyormuş.
Bir olay daha duymuştum. Çocuk babasına demiş ki; baba falancalar zengin mi? Nereden çıkardın oğlum. Baba baksana arabaları altın renginde.
Galiba ressamların da dünyası renklerin dünyası. Van Gogh’un sarı tarlaları, İznik çinilerinin mavisi, turkuazı, acemlerin kızıl şalı, Eyüboğlu’nun Karadut’u, Orhan Veli’nin her gece maviye boyadığı gökyüzü. Öyle demeyin öyle demeyin şairler de ressamdır. Mutluluğun resmini, mutsuzluğun teneke kahvesini, hüznün gri, ayrılığın kara, sevincin beyaz, umudun pembe, huzurun mavi rengini kızıl bir tutkuyla yapar şairler. Şairler çocuktur çoğu zaman. Ve şairlerin en çocuğu Külebi; pembe gül hülyandır açılmış, der.
Ben renklerden ağacın yeşilini severim, ayvanın sarısını. Göğün mavisini, denizin gümüşünü, ekmeğin kokusunu, suyun tadını, onun adını, narın çiçeğini, kirazın gülüşünü, fıstığın yeşilini, bir çocuğun sevincini severim en çok. (sarının benim dünyamda neyi çağrıştırdığını yazmıştım daha önce yanlış hatırlamıyorsam)
Hiç şüphesiz renklerin şiiri, edebiyatı, resmi yapılabilir hem de ciltler dolusu. Peki ya bilimi. Dağı, taşı, toprağı, madeni, kimyayı simyayı bilmeden nasıl renk üreteceksin. Selimiye’nin tavanını, bilmem kaç asırlık bir Hereke halısını, Mona Lisa resmini, Çin kasesini, Kütahya porselenini neyle nasıl boyayacaksın.
Meğersem Goethe’nin Renk Öğretisi diye bir kitabı varmış. Yirmi yıl emek verdikten sonra yazmış kitabı. Neredeyse renklerin bilimini yapmış büyük edebiyatçı. Neredeyse diyeceğim ki bir şeyin bilimini yapmadan ilimini yapamazsın. Neredeyse diyeceğim ki büyük filozoflar, büyük edebiyatçılar kalemi, kâğıdı tutmadan önce bir baltanın sapını tutmuşlar. Spinoza mıydı o gözlükçü olan. Bir masa başında, git gel git gel ennihayetinde bir böceğe dönüşen Samsa mıydı. Kulübesine kovayla su taşıyan Haidegger miydi. Aylaklığa methiye düzen Russell deli gibi matematik çalışmış. Don Kişot durmadan savaşmış. Bir Oblamov tembel çıkmış, yatağından çıkmamış.
Sadece mavinin onlarca tonu varmış. Yeni öğrendim. Ayıp olmasın diye onlarca dedim. Sadece mavinin iki yüzden fazla tonu varmış. Tanpınar olsaydı sadece mavi üzerine bir roman yazar ve o bi ton mavi rengin cümlesini romanına yedirirdi.
Neşet Baba ‘cahildim dünyanın rengine kandım’ der bir türküsünde. Sonra büyürüz, gözümüzden o renkli perde sıyrılır ki bir de ne görelim; her şey siyah beyazmış. Biraz daha büyürüz ışığımız azaldıkça azalmıştır. Bütün renkler kaybolmuş ve siyah, bütün renklerin anası oluvermiştir.
Bir yazar öyle demiş. Dünyaya bir kez, çocukken bakarız, gerisi hatıradır.


YORUMLAR