Ne güzeldi!
Her sabah horoz sesleriyle uyanmak. Pencereye konan kumrunun sesi, ezanın ruhumuza yansıyan okunuşu, Gördes sokaklarında “Macuncu!” ve “Simitçi!” seslerinin yankılanışı ve dünyayı toz pembe gören çocukların cıvıltıları...
Sokakta yediğimiz renkli macunların tadını hatırlayanınız var mı?
Çocukluğumuzda köşe başlarında, okul önlerinde, pazar yerlerinde, bayramlarda şenlik alanlarında açılır kapanır tahtadan bir sehpanın üzerine konulmuş yuvarlak tepsideki üçgenlere bölünmüş macun tablası ve her bir bölümünde insanı cezbeden kırmızı, sarı, yeşil, mavi, pembe renkli macunlar...
Ve çam dallarından soyularak hazırlanmış macun çubukları...
Tahta çubuğun çam kokusu burnumuzun etrafını sarar, macunu tatmaya başladığımız anda artık mutluluk bizim olurdu.
Bu tat, dünyayı toz pembe gören biz küçükleri ne kadar da mutlu ederdi.
İçimizde huzur, evimizde bereket, sofralarımızdan misafir eksik olmazdı.
Geçmişi belki de bu yüzden çok özlüyoruz.
Her şey macun tadındaydı sanki. Renkli ve tatlı...
Gevrekçi! Gevrekçi!
Simitçi! Simitçi!
Sokaktan “Gevrekçi” diye bir ses geliyorsa mutlaka İzmir'desiniz demektir.
Gevrekçinin sabahın erken saatlerinde sokağınızdan geçmesiyle balkondan sarkıttığınız sepete koyulan sıcacık gevrekle çayınızı yudumlamanın da keyfine doyum olmaz.
İzmir, yaşama önem veren, onun tadını çıkaran güzel insanlarla dolu. Bu güzelliklere eşlik eden havası, denizi, insanların coşkusu…
Vapurda veya metrodaki müzik dinletileriyle gençlik yıllarına doğru nostalji yolculuğu yapabilirsiniz.
Vapurdaki bu güzelliklere martılar da eşlik eder, siz de gevreklerinizi onlarla paylaşarak demli bir çayın eşliğinde güzel bir güne merhaba diyebilirsiniz.
Ankara'ya sık gitmekteyim. Uzun yıllardır Karşıyaka'da yaşadığım için olsa gerek fırına gittiğimde “Beş gevrek alayım.” deyince, “Gevreğimiz yok abla, simidimiz var.” sözcükleriyle kendimi toparlayıp gülümseyerek “Simit istiyorum.” diyorum. İzmir dışında hiçbir yerde “gevrek” sözcüğünü duymadığınız gibi o nefis çıtır gevreklerin tadını da bulamazsınız.
Aşağı Gördes'te annemin küçüklüğünde ise sabah erkenden kalkılır, Çolak Ailesi bireyleri ile (dedesi Ali Çolak, babaannesi Fatma Çolak, halası Emine ve Pervin Çolak, amcası Ahmet Çolak, annesi Zehra Çolak ve babası İbrahim Çolak) hep beraber yer sofrasında büyük çorba tası içindeki tarhana çorbası kaşıklanıp arkasından da pekmez içilirmiş.
Annem çorbayı içmek istemediği zamanlar dedesi fark eder, neden içmediğini sorarmış. Annem de “Çok sıcak.” dediğinde “Kolayı var torunum.” diyerek biraz soğuk su ilave edermiş. Aslında annemin arzu ettiği, fırıncıdan yarım peynirli pide veya simit alıp okul yolunda yeme isteğiymiş. Durumu anlayan babası eline 1 kuruş delikli para verip, simit almasını söylediği günler onun en mutlu günleri olurmuş.
Ve 1943 yılları…
Okul yolunda 12-15 yaşlarındaki erkek çocuklarının kolundaki sepete yerleştirdiği simidi satarken söyledikleri sözler annemin hafızasından inci taneleri gibi dökülüverdi.
“Uşak fabrikası unundan
Çarşıbaşı çeşmesinin suyundan
Yeni çıktı fırından. Simiiiiit”
Tarhana çorbasını içmeyip, fırıncıdan aldığı sıcacık simit veya yarım peynirli pideler halâ annemin unutamadığı anılarını süslemekte…
Bir gün geçmişe uyansam...
Yer sofrasında ailece çalakaşık tarhana çorbası içsem...
Gördes'imin bağlarından elde edilen pekmezi yudumlasam...
Okul yolundaki patika yolda düşe kalka ilerlesem...
Çınarın altındaki çarşı başı çeşmesinden kana kana su içsem...
Ne kadar da güzel olurdu...
Geçmişe uyanmak...
YORUMLAR