60’lı yılların sonuna doğru, henüz ortaokul öğrencisiyim. Okuldan arta kalan zamanlarımın en büyük keyif mekânı, havuzlu çarşıdaki manifatura dükkânımızdı. Aslında orası, benim için ikinci bir okuldu. Hayatı, insanı, çarşıyı tanıma adına eşsiz imkanlar sunan bir okul.
İdari masanın hemen köşesinde, sıra sıra mektup demeti olur ve itinayla korunurdu. Hafta içerisinde gelen mektuplar, burada saklanırdı. Şehrin pazarı, pazartesi gününe kadar, o mektuplara gözümüz gibi bakardık. Çünkü onlar, asker mektuplarıydı.
Demek o yıllarda, köylere posta dağıtımı yoktu. Asker mektupları sahibine, “eliyle” yazılan adreslerle ulaşırdı. Köylüler güvendikleri esnafın adresini, ‘eliyle’ olarak kullanırdı. Manifatura dükkânımız, ‘eliyle’ mektubun adeta merkeziydi.
Ne gibi mi diyeceksiniz?
Asker mektubu şöyle gönderirdi.
Bay Mahmut Baysal/ Manifaturacı Ali İnce eliyle/ Sargaç köyü/ Gördes-Manisa.
Her pazartesi günü, evladı askerde olan müşterilerimiz, heyecanla sorardı; “Ahmet oğlum! Bize mektup var mı?” Ben aynı heyecanla mektup destesini elden geçirir, ‘var’ dediğimde, büyük bir sevinç yumağı oluşurdu.
Çoğu okuma yazma bilmezdi o insanların. Aç bakalım oğlum diyerek, bana okuturlardı mektupları. Bazıları da cevap mektuplarını bana yazdırırlardı. Yaz bakalım diye başlardık. Onlar söyler, ben yazardım. Har başlangıç şöyle olurdu: “Evladım….”.
Bu evlat kelimesi, ne hakikatli bir ifadeymiş meğer, yıllar sonra anlayabildim. Ana babanın evlatları, memleketin evlatları, vatanın evlatları ne harikulade anlam ifade ediyormuş. Ortaokuldayım ve ben bu mektup okumalarla, mektup yazmalarla büyüdüm. Yıllarca yazıyor olmamı, o mektuplara borçluyum.
İnsanı tanıdım, duyguyu yaşadım. Türk insanının hamiyetini bildim. Anadolu irfanını öğrendim.
Her mektup ruhtur, duygudur, heyecandır, aşktır, bilgidir, belgedir ve nicesidir. Her yazı, kişilik göstergesidir, her ifade bir sanat ürünüdür. Hiç tanımadığınız birini; mektubundaki yazısından, ifade gücünden tanıyabilir ve hüküm verebilirdiniz. Siyaset, sanat, edebiyat dünyasında vaktiyle yazılan mektuplar, bugün birer vesika, birer belge niteliğinde değil midir?
Nice ölümsüz aşklar, nakış nakış mektuplara işlenmedi mi? Bembeyaz kâğıtlara ve arasında gül yapraklarına yazılan mektuplar, bir ruh inkişafının ürünleri olmuştur hep. Hala saklanır ve hala tekrar tekrar okunur.
Gazeteciliğimin geride kalan 41 yılında, nice mektuplar aldım. Hiçbirini atmadım ve bugüne kadar sakladım. Geçen arşivimi açtım. O mektupları tekrar tekrar okudum. Bazen hüzünlendim, bazen duygulandım, bazen de kahroldum..
Bir mektup var ki benim için, paha biçilmez değere sahip.
Eşim Beray Hanımla görücü usulüyle evlendim. Onlar Salihli’de oturuyordu. Aslında kardeş çocuklarının çocukları olmak gibi, bir akrabalığımız da vardı. Salihli’ye kız istemeye gidildi. O yıllarda bu işler, çok güzel geleneklerle oluyordu.
Güzel karşılandık, onlar da mutlu oldular. Derken araya bir yıllık bir süre, kara kedi gibi girdi. Derken kayın pederim Burhan Uysal’dan, babam Ali İnce’ye bir mektup geldi. Bembeyaz bir kâğıt ve inci taneleri gibi bir yazı. Onun ruh ve kişilik dünyasını yansıtan, müthiş bir mektup.
Mektubun sonunda şöyle yazıyordu; “Ali Kardeşim! o hayırlı iş için, sizi evimizde misafir etmek istiyoruz…”
Hayatımın en büyük bahtiyarlığı olan Beray Hanımla evliliğim, bu mektuptaki nazik davetle gerçekleşmiş oldu..
Bugün mektup yok artık hayatımızda. Zamanın şartları, teknolojik gelişmeler alıp götürdü onu bizden. Kaybolan sadece beyaz bir kâğıt ve zarf değil elbette. Duygular, heyecanlar, hasretlikler, gözyaşları ve nicesi terk edip gitti bizi.
Ne kaldı geriye? Ruhsuz, heyecansız, aşksız bir hayat.
Hepimizin elinde cep telefonu var. Onun modası çabuk geçti. Şimdi mesajlaşmak zamanı. Eğilmiş, bükülmüş törpülenmiş kelimelerle mesajlaşıyoruz. Ruh yok, heyecan yok, aşk yok, hasretlik yok..
Asker mektuplarını okuyarak ve yazarak büyüyen bir neslin temsilcisiyim.
Bugünün telefon konuşmaları, bana bir şey anlatmıyor. O yapmacık mesajlar, ruhumu okşamıyor. Hele klişe söz ve kartlarla gönderilen tebrik mesajları, ne kadar kuru ve ne kadar yavan.
İster istemez bir mukayese yapıyor ve Ahmet Haşim’in şu mısralarını mırıldanıyorum:
O belde!
Durur menatıki düşize-i tahayyülde bir akşam
Ne bu akşamda bir gam-ı Nermin
Nede âlem-i fikre mersa olan bu mai deniz
MELALİ ANLAMAYAN NESLE AŞİNA DEĞİLİZ…


YORUMLAR