Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

İrtibatı Koparmayalım!

01 Mayıs 2020 - 18:51

2000'li yılların başında, gösterime giren bir diziydi. İlk bölümünden itibaren, tutkunu olmuştum. Bir bölümünü dahi kaçırdığımı hatırlamıyorum. Dizinin 2002 yılında başlayan serüveni, üç yıl sürmüş ve toplam 106 bölümle müthiş bir izleyici rekoru kırmıştı.
            'Ekmek Teknesi' isimli diziden bahsetmek istiyorum.
            Konusuyla hayatımızın içinden kesitler veriyordu. Mizah, felsefe, aşk, öğreti ve ne derseniz deyin hepsi vardı. Güçlü oyuncuların rol aldığı bu dizi, hayatın tabii akışı içerisinde filme alınmıştı.
            Her bir karakterin, başlı başına bir kahraman olduğu bu dizi, niye çok sevilmiş ve izlenmişti? Çünkü hayatın bizatihi kendisiydi. Her seyreden, kendinden bir şeyler buluyordu. Bu özelliği ile Ekmek Teknesi, aslında bizi anlatıyordu.
            Nusret Baba, sadece bir usta ve sanatkâr değil, aynı zamanda bilge bir insandı. Kızlarıyla mutlu bir aile tablosu ortaya koyuyor, mahalleliye açtığı yüreğiyle onlara istikamet gösteriyordu.
            Kirli ile Cengiz müthiş bir ikiliydi. Mizahın her türlüsünü onların kişiliğinde yaşıyorduk. Gün geliyor kahkahalara boğuluyor, gün geliyor bu kadar da olur mu diyorduk.
            Heredot Cevdet'i unutmak mümkün mü? Mahalle kahvehanesindeki tarih sohbetleri, içilen çaylar kadar sıcak oluyordu. Sohbete başlamanın komutu; 'gelsin çaylar' idi. Her biri farklı karakterdeki tüm mahalleli, Heredot Cevdet'in ağzının içine bakıyordu.
            Ya mustarip, çoğu kez kaygılı ve bazen vehimli Celal karakteri?
            Buna rağmen, samimi ve sıcak ruh atmosferine sahipti Celal. En içinden çıkılmaz durumlarda, en çaresiz kaldığı anlarda, Fırıncı Nusret Babanın yanında alıyordu soluğu. Derdini anlatıyor, Nusret Baba onu adeta tedavi ediyordu. Yüreğinin kırılan noktalarını, aklının daralan kıvrımlarını, yerli yerine oturtuyordu.
            Nusret Babadan gıdasını alan, ruhunu rahatlatan Celal, kulaklarımızdan hala silinmeyen o nakaratı tekrarlıyordu:
            'Baba! İrtibatı koparmayalım..'
            Beni en çok etkileyen, Celal'in bu sözüydü. Neydi irtibat, neydi irtibatın kopması. Bir insan için, irtibat ne anlama geliyordu?
            Bugünlerde 'irtibatı koparmayalım' sözü üzerine kafa yoruyorum.
            Çünkü hayatımızı alt üst eden bir illet ile mücadele ediyoruz. O virüs, bizi evimize hapsetti. İşimizi, aşımızı tuz buz etti. Hayatı soldurdu, yaşamın ahengini bozdu. Sanki berbat bir rüyadayız.
            Belki bunlardan daha vahim olanını, yeni yeni fark ediyoruz. Bu virüs, tüm irtibatımızı koparıp attı.
            Kaygıyla ve sinsi korkularla yaşar hale geldik. İrtibat öylesine koptu ki birbirimize mesafe koyar hale geldik. Herkes evinde, ama nasıl evinde?
            Anne babalar çocuklarını göremiyor. Aman gelmeyin, ne olur olmaz diye nasihatte bulunuyor. Akrabalar, akrabalıklarını rafa kaldırmış mecburen. Sokak ve caddeler bomboş. Çıksan, nereye çıkacaksın?
            Komşuluk ilişkileri bile, bir başka bahara kalmış.
            Ne yaman illetmiş bu virüs denilen şey. İnsanı insandan kopardı. Yani irtibatımızı yok etti. Bu yüzden, daha bir sıkıntılı ve daha bir dertliyiz.
            Kültürümüzde irtibatla ilgili, emsal söz ve deyimler vardır.
            Mesela, onlardan biri şöyledir: İnsanın ilacı insandır.
            Yine bir başka güzel söz, bu anlamdadır: İnsanın ağusunu (zehrini) insan alır.
            Konuşamıyoruz, dertleşemiyoruz, halleşemiyoruz. Sadece evimizde, günlük yiyip içip yatıyoruz ve kalkıyoruz. Herkes aynı durumda olduğu için, kimsenin kimseye söyleyecek bir sözü de kalmıyor.
            Eskilerin manalı ve güzel bir sözü vardır: Mekânların şerefi, insanlarla kaimdir.
            Güzelliğin şehirlerde, memleketlerde olmadığını bu vesileyle anlamış olduk. Onların güzel ve itibarlı kılan, esasında insanlardır. İnsanların olmadığı, sokak ve caddelerin bomboş olduğu şehirler, size hiç güzel geliyor mu?
            Tokalaşamıyoruz, sarılamıyoruz. Birer çay içip, koyu sohbetlere daldığımız kahvehaneler, kafeler kapalı. Okullarımız tatilde, çocuklarımız evde zor günler geçiriyor.
            Önce virüsle ilgili bilgilere sarıldık. Tedbirlere dikkat ettik. Söylenenlere kulak verdik. Sonra işimizi ve aşımızı düşündük. Televizyonlarda bir yandan hekimlerimizi dinledik, bir yandan ekonomistleri.
            Şimdi psikologlar konuşmaya başladı. Çünkü tedbirlere uyarken, evde kal çağrılarına riayet ederken, ruh atmosferimizde sıkıntılar başladı. Kolay değil elbette. Hayatımızda ilk defa, bu denli bir alt üst oluş yaşıyoruz.
            Hayatın rengi soluklaştı, yaşamak belki ilk defa bu derece keyifsizleşti. Psikologlar bunlara parmak basıp, ne yapmamız konusunda uyarılarda bulunuyor.
            Ve ben yıllar sonra, Celal'in Nusret Babaya yalvarırcasına söylediği sözü hatırlıyorum: 'Baba! İrtibatı koparmayalım..'
            O irtibat, ne yaman bir hakikatmiş insan için. Su gibi, ekmek gibi bir şeymiş.
            Şartlar ne olursa olsun, bu dönem geçinceye kadar, irtibatın kopmasına izin vermeyelim. Akıllı telefonlarla iletişim bir yere kadar. Mesajla filan olacak iş değil. Konuşmamız lazım. Birbirimizi rahatlatmamız lazım. Mail atmak yerine, olabildiğince telefonlarda konuşabiliriz.
            Unutmayalım ki insanın ilacı insandır. Aramızda mesafeler olsa bile, sesimize kim mesafe koyabilir.
            Celal'in ısrarcılığı ile yazımı bitirmek istiyorum: Aman ha! İrtibatımızı koparmayalım'

Bu yazı 3090 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum