Hiç durup düşündünüz mü?
İçinizdeki o adalet arayışı, yapılan bir iyiliğin mutlaka görülmesini istemeniz, haksız yere ezilen birine içinizin cız etmesi…
Tüm bunlar, sadece bu dünyaya ait duygular olabilir mi?
Yoksa bunlar, daha büyük bir hikâyenin, ölümden sonra başlayacak bir devamın ipuçları mı?
Bu soru, insan olmanın en temel sorusudur. Cevapları aramak ise sadece dini bir görev değil, aklın ve kalbin ortak bir yolculuğudur.
Bir roman düşünün!
Son bölümü yırtılmış. Ya da seyrettiğiniz bir film, en kritik sahnesinde elektrikler kesilmiş. Nasıl hissederdiniz?
Eksik, tamamlanmamış, rahatsız…
İnsan hayatı da çoğu zaman böyle hissettirir. Emekler boşa gider, hayaller yarım kalır, en derin sevgiler bile ölümle son bulur.
Eğer her şey burada bitiyorsa, tüm bu çabalar, sevgiler, acılar ne anlama geliyor?
Diriliş inancı, işte bu yarım kalmışlık hissine verilmiş bir cevap gibidir. Hayatı, anlamsız bir kaostan çıkarıp, her bir detayın bir amaca hizmet ettiği anlamlı bir bütüne dönüştürür.
Filozof Muhammed İkbal’in dediği gibi, dünya hayatı yarım kalmış bir şiirdir; diriliş ise onun en güzel mısrasıdır.
Dünyaya şöyle bir bakın!
En vicdansız insanlar bazen en rahat hayatı sürer. En merhametliler ise acı çeker.
Eğer son sözü ölüm söylüyorsa, bu, nihai bir adaletsizlik olmaz mı?
İçimizdeki o dipsiz adalet arayışı, bize bir şey anlatmıyor mu?
Immanuel Kant’ın da işaret ettiği gibi, ahlaklı olmanın ve adalet için çabalamanın bir anlamı olması için, erdemin nihayetinde ödüllendirileceği, zulmün ise mutlaka hesap vereceği bir âlemin varlığı neredeyse zorunludur.
Diriliş, içimizdeki bu adalet ölçüsünün evrende bir karşılığı olduğunu söyler. “Bu kadar adaletsizlikle nasıl baş edebiliriz?” sorusuna, “Çünkü hesap daha bitmedi,” diye cevap verir.
Hiçbir kültür, “Öldükten sonra hiçlik var,” diyerek rahatlamamıştır.
Antik Mısır’dan Japon Şintoizm’ine, Afrika kabilelerinden semavi dinlere kadar neredeyse tüm inanış sistemlerinde bir öteki dünya, bir yeniden doğuş veya bir hesap günü fikri vardır.
Peki, tüm insanlık aynı yanılgıyı mı paylaşıyor?
Yoksa bu ortak hafıza, evrene dair bir gerçekliğin işareti olabilir mi?
Bu, çok güçlü bir argümandır. İnsanlığın kolektif bilinci, en temel meselede böylesine ortak bir sezgiye sahipse, bunu görmezden gelmek için ciddi bir nedenimiz olmalı.
Umut, en güçlü insani motivasyon kaynağıdır. Bir hasta, iyileşme umuduyla mücadele eder. Bir öğrenci, gelecek umuduyla ders çalışır. Diriliş inancı, en büyük kaybımız olan ölüm karşısında bize en büyük umudu verir: Yeniden buluşma ve ebedi bir hayat umudu…
Bu, “zayıfların tesellisi” değildir. Aksine, hayata tutunma gücüdür. Tarih boyunca mazlumlar, zulme karşı “Bir gün haklılığımız ortaya çıkacak,” inancıyla direnmiştir. Bu umut, toplumsal dayanıklılığın da en önemli kaynaklarından biridir.
Farabi ve İbn Sina, insanın özünün maddi beden değil, ölümsüz bir ruh olduğunu savunur. Ruh, bedenin ölümüyle yok olacak bir yazılım değil, kalıcı bir cevherdir.
Gazali, aklın ve vahyin buluştuğu noktada dirilişi zorunlu görür. Kâinatta gördüğümüz düzen, sanat ve adalet arayışı, bunu getirecek bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir.
Kierkegaard, ölüm korkusunun ve varoluşsal kaygının tek çözümünün, sıçrama yaparak iman etmek olduğunu söyler. Diriliş, bu kaygıya nihai bir cevaptır.
Pascal, ünlü “Pascal’ın Kumarı” argümanıyla şunu sorar: “İnanırsan ve yanılırsan, kaybedecek bir şeyin yok. Ama inanmazsan ve gerçekten varsa, her şeyi kaybedersin. Öyleyse en akıllıca seçim inanmaktır.”
Siz ne düşünüyorsunuz?
Ölümden sonra diriliş fikri, sadece vahiyle gelen bir emir değil; aklın adalet arayışının, kalbin bitmeyen umudunun ve insanlığın ortak sezgisinin buluştuğu evrensel bir cevaptır.
Peki, sizce bu kadar derin bir anlam, adalet ve umut ihtiyacı, boşuna ve karşılıksız mı yaratıldı?
Yoksa içimizdeki bu ses, daha büyük bir hakikatin yankısı mı?
Cevabı siz verin!..
YORUMLAR