Henüz 17 yaşındaydım. Elimde bir öğretmen çantası, yüreğimde taşıdığım büyük bir heyecan ve sorumlulukla, Atatürk İlkokuluna ilk adımımı attım. Evimizden 101 Evlere kadar süren o sabah yolculuğu, hayatımın en anlamlı günlerinden birine dönüşecekti. İlk görev yerim Gördes’ti ve önümde yepyeni bir dünya açılıyordu; öğrenciler, sınıflar, teneffüs sesleri ve tebeşir tozu kokan bir hayat…
İlk öğrencilerim 12 yaşındaydı. Beşinci sınıf… Karşılarında öğretmenleri olarak duran ben ise sadece birkaç yaş büyüktüm onlardan. Ama içimde öyle derin bir sorumluluk duygusu vardı ki, yaşımı unutturacak kadar güçlü hissettiriyordu kendini. Elim yüreğimde, gözlerim pırıl pırıl bakan çocuklarda… O gün ilk defa anladım öğretmenliğin ne kadar kıymetli olduğunu.
Beni okul kapısında karşılayan kişi, kalbimde özel bir yeri olan bir isimdi: ilkokulda bana okumayı yazmayı öğreten, ilk harfleri sevdiren değerli öğretmenim İsmail Hakkı Arıkan… Artık o, okul müdürüm olarak karşımdaki koltuktaydı. Bana “Gülruh Hanım” diye hitap ettiğinde içimdeki mahcubiyet gururla birbirine karıştı. O benim hep öğretmenimdi, ben onun öğrencisi… Şimdi aynı okulda, omuz omuza… Bu güven duygusu bana ilk günümde büyük bir güç verdi.
Okulda tanıştığım öğretmenler de kısa sürede ailem gibi oldular. Hidayet Ulukan, Mehmet Küçükmutlu, Halide Reha Uçkun, Adile Başar, Zehra Şahin, Hikmet Yeşiltaş, Cavidan Önder, Ali Rıza Uçak, Mehpare Kaya, Sanıye Kurt… Hepsi samimi, yardımsever, içten insanlar. Sınıf kapısından içeri girdiğimde yalnız olmadığımı, bir yuvaya ait olduğumu hemen hissettim. Halide Ablamın küçük köfteleri, teneffüslerde paylaştığımız salçalı ekmekler, sadece birer atıştırmalık değil; dostlukla, dayanışmayla yoğrulmuş anıların parçalarıydı.
55 öğrencilik bir sınıfa ilk kez ders anlatmak… Kolay değildi. Ama onların bakışlarındaki umut, ilgileri, merakları bana cesaret verdi. Evde bir öğrenci gibi hazırlanıyordum her derse. Geceleri defterlerime notlar alıyor, sabahları sınıfın kapısını hem öğretmen hem abla, bazen de bir oyun arkadaşı gibi aralıyordum. Teneffüslerde bahçede birlikte koşuyor, birlikte gülüyorduk. Öğretmenliğin sadece ders anlatmak değil, kalplere dokunmak olduğunu orada öğrendim.
O yıllarda okullar pazartesi sabah açılır ve cumartesi öğlen biterdi. Pazartesi ve cumartesi günleri okulun tüm öğrencileriyle hep bir ağızdan İstiklal Marşı’nı okumak, içimizdeki Atatürk sevgisini ve yurt bilincini perçinliyordu.
Sınıfa girmeden önce söylenen Andımız ise, her sabah yeniden hatırlatıyordu bana: “Bu ülkenin geleceğini yetiştirdiğimizi”. Öğretmenliğin ciddiyeti, yüklediği sorumluluk ve manevi değeri her sabah biraz daha büyüyordu içimde.
Gördes’in kışları çetin olurdu. Sabahları sınıfa girdiğimizde kömür sobası yanmış olurdu çoktan. Hademelerimiz Mehmet Tan ,Hüseyin Toktaş sabah erkenden gelip sobaları yakardı. Biz sıcacık sınıflarda ders işlerdik. Ama öğrencilerimin çoğunun ayakkabısı su geçirir, montları ince olurdu.
O soğuk sabahlarda Cafer adında bir öğrencim gelir, yağmurda sırılsıklam olmuş halde sınıfa girerdi. Onu hemen sobanın yanına oturtur, evden getirdiğim çorapları giydirir, üstünü sobanın başında kuruturduk. Okul çıkışında babam beni almaya geldiğinde, Cafer’i de evine bırakırdık. Çünkü öğretmenlik, sadece sınıfta değil, yolda, evde, yüreklerde de devam eden bir meslekti.
Bazı pazartesi günleri, sınıfımdaki birkaç öğrencim, öğle aralığında çarşıya gider, Çarşıbaşı’ndaki Helvacı Mesut veya Helvacı Uğur’dan tahin helvalı ekmek alırlardı. Tüm pazarcılar orada olurdu. Tahta masa ve sandalyelerle dolu dükkânda çarşı ekmeğinin arasına koydukları helvayı, sürahiden su içerek yediklerini ballandıra ballandıra anlatırlardı. Ben hiç gidemedim oraya. Ama o kadar güzel anlatırlardı ki, sanki onlarla birlikte oturmuş, o sofradan bir lokma almış gibi olurdum. Ne zaman tahin helva yesem, babamın anlattığı bir hikâye de gelir aklıma:
Bir küçük oğlan çocuğu “Helvaala ekmek bir dadlı oluyo baba!" demiş. Babası “ne zaman yedin?” diye sorunca, “Yemedim ama arkadaşım pazarcıları yerken görmüş” demiş. Gördes helvasının da yemeden anlatması bile tatlıydı işte böyle.
Yıllar geçti. Ama o okul, o sınıf, o çocuklar ve o ilk günkü heyecan hiç eksilmedi içimden. Öğrencilerim, okul müdürüm İsmail Hakkı Arıkan, birlikte çalıştığım değerli öğretmen arkadaşlarım… Hepsi hâlâ kalbimin en özel köşesinde. Aramızdan ayrılanlara rahmet, hayatta olanlara sevgi ve minnetle…
O günleri düşündükçe şunu hep anımsıyorum: Öğretmenlik, sadece bilgi aktarmak değil, yürekten yüreğe bir köprü kurmaktır. Ben o köprüyü 17 yaşımda kurmaya başladım. Bugün hâlâ o köprünün üstündeyim.
YORUMLAR