İstanbul'da hukuk okuyan bir genç olarak bu yazıyı kaleme almadan önce yalnızca kitaplara yaslanmadım. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarına, gençlik hareketlerine, imam hatip liselerine, bazı dini vakıflara uzaktan da olsa gözlemci olarak katıldım. Üniversite çevremde ve sokakta yaptığım gözlemler, kimi zaman bir dergah sohbetinde, kimi zaman bir YouTube videosunun yorumlar kısmında, kimi zaman ise bir kafede yan masada duyduğum konuşmalarda birikmeye başladı.
Amacım, bir ideolojiyi ya da bir kitleyi yargılamak değil; bir dönüşümün nasıl yaşandığını anlamaktı. Bu dönüşümün hem içsel dinamiklerini hem de dışsal zorunluluklarını keşfetmek istiyordum. Bu yazı, doğrudan parmak sallamadan ama aynı zamanda romantize etmeden, gözlemle yoğrulmuş bir zihin emeğidir.
Türkiye'de İslamcılık, yalnızca bir inanç meselesi değil; aynı zamanda uzun bir modernleşme tarihinin ve devlet-toplum ilişkilerinin yarattığı sosyal bir pozisyondur. 1950'lerden itibaren kırdan kente göçen muhafazakâr kitleler, şehirle kurdukları ilişkide önce görünmezdiler. Gecekondularda, taşra kültürünün izlerini taşıyan küçük cemaatlerde, çoğunlukla kendi içine kapanmış bir yaşam sürdürüyorlardı.
Ancak bu görünmezlik, bastırılmışlıkla el ele giden bir birikimi tetikledi: eğitim talebi, ekonomik güç arayışı, kültürel temsiliyet isteği… Bu süreçte başörtüsü yalnızca bir inanç göstergesi değil; aynı zamanda kentte var olma mücadelesinin, kamusal görünürlük talebinin de bir simgesine dönüştü.
İmam hatip liseleri, bu yeni kuşak muhafazakârlar için bir sıçrama tahtası işlevi gördü. İslamcılığın köy medreselerinden çıkarak şehirde konuşan, tartışan, organize olan bir söyleme dönüşmesi, bu okulların etkisiyle hızlandı. Ancak bu dönüşüm salt bir yükseliş değil, aynı zamanda bir evcilleşmeydi. Bugün imam hatip mezunu birçok genç, şehirli yaşamın kodlarını öğrendi; neoliberal ekonominin içine girdi, markalı kıyafetleri, sosyal medyadaki varlıkları ve tüketim alışkanlıklarıyla seküler sınıflarla benzeşti. Bu, kültürel hegemonya karşısında bir çözülme değil, daha çok bir adaptasyon stratejisiydi.
Radikal talepler yerini daha yumuşak, daha gündelik ve kabul edilebilir istemlere bıraktı. Kamusal alanda İslam’ın görünürlüğü artık bir "tartışma" değil. Eskiden başörtülü bir kadının TRT ekranında görünmesi başlı başına bir olayken bugün muhafazakâr kadınlar televizyon ekranlarında makyaj markalarını tanıtıyor, kendi YouTube kanallarında yaşam tarzı videoları çekiyor. Başörtüsü, bu dönüşümde hem bir kimlik göstergesi olarak kaldı hem de bir estetik tercihe dönüştü.
Bu çifte işlev, İslamcılığın sistemle kurduğu yeni ilişkiyi çok iyi anlatıyor: Şeriat talebinin açıkça ifade edilmediği ama hayat tarzı üzerinden toplum mühendisliği arzusunun hâlâ diri olduğu bir söylem hakim. Medya bu süreçte belirleyici rollerden birini oynadı. 1990’ların İslamcı medyası, direniş ve ötekilik üzerinden bir dil kurarken bugünün muhafazakâr medyası daha rafine, daha ‘ülke markasına’ uygun bir çizgiye yöneldi. Direniş söylemi yerini başarı hikayelerine, ekonomik yükselişlere, lüks yaşam tüyolarına bıraktı. Zamanında adalet arayışıyla ortaya çıkan İslamcı kalemler, bugün sistemin söylemini yeniden üretirken, genç nesil İslamcılar onları eleştirerek yeni bir dil arıyor. Fakat bu yeni arayış da seküler dünyanın içine doğmuş olmanın izlerini taşıyor.
İktisadi olarak ise Türkiye’deki İslamcılığın en keskin dönüşümü burada yaşandı. Bir zamanların "faize karşıyız" şiarı, yerini finansal araçlara hakim olma çabasına bıraktı. Katılım bankaları, faizsiz yatırım fonları, muhafazakâr iş insanlarının kurduğu holdingler; hem siyasal İslam’ın ekonomik gücünü artırdı hem de onun kapitalistleşmesine zemin hazırladı. Bugün Türkiye'de İslamcı çevrelerin büyük kısmı, sermaye birikimini sağladı. Ancak bu birikim, beraberinde sınıfsal bir ayrışmayı da getirdi.
Anadolu sermayesinin yeni temsilcileri, kimi zaman yoksul dindarları unutacak kadar yükseldi. Bu durum, içeride sınıf temelli eleştirilerin de doğmasına neden oldu. Çünkü İslamcılık başlangıçta adalet arayışıydı, bugün ise çoğu zaman "başarı" ve "marka" ile özdeşleşiyor.
Dahası, bu dönüşüm sadece ekonomik değil; mekânsal da. Eskiden yoksul mahallelerin camileri etrafında örgütlenen İslami çevreler, şimdi şehirlerin lüks semtlerinde rezidanslarda yaşıyor. O mahalleye hâlâ yardım gidiyor ama artık yukarıdan, planlı, profesyonelce. Yardım edenle edilen arasındaki eşitlik hissi yerini, bir tür modern “hayırsever patron” düzenine bıraktı. Bu da İslamcı hareketin halkçılığını sorgulatıyor.
Siyasal düzlemde ise, İslamcılığın dönüşümü en fazla meşruiyet kazanımı üzerinden okunabilir. 2000’lerin başında "vesayet sistemiyle mücadele" söylemiyle büyüyen İslamcı politikalar, zamanla devletin kendisi oldu. Devletle kurulan bu yakınlık, başlarda bir ‘iyileştirme’ vaadi taşıyordu: daha adil bir hukuk, daha ahlaklı bir bürokrasi, daha şeffaf bir yönetim. Ancak zamanla bu vaatler, yerini statükoyu koruma refleksine bıraktı.
Çünkü artık dışarıda olan değil, içeride olan bir İslamcılık var. Bu içeride oluş hali, onun sistemle çatışmasını değil; sistemin ruhuna uyumunu beraberinde getirdi. Tüm bu dönüşüm; İslamcılığın sert ve radikal taleplerini törpüledi, onu yumuşattı, evcilleştirdi. Bugün şeriat isteyen, Batı’yla mutlak kavga eden bir İslamcı profil kamuoyunda marjinal görülüyor. Esas olan; bir yandan modern araçları kullanmak, diğer yandan geleneksel değerleri koruyormuş gibi görünmek. Bu ikili yapı, kimi zaman bir çelişki gibi görünse de aslında yeni bir sentezin işareti. Bu sentez, ne Batıcı ne gelenekçi; ne radikal ne pasif. Daha çok yönetilebilir, uyumlu ve sürdürülebilir bir İslamcılığa işaret ediyor.
Bu dönüşümün tarihsel köklerine bakıldığında ise, sadece eylemlere değil; partilerin isimlerine dahi sinmiş bir değişim görüyoruz. Milli Nizam Partisi, adında geçen “nizam” kelimesiyle doğrudan düzen koyucu bir karakter taşır. Buradaki “nizam”, sadece ahlaki ya da dini bir düzen değildir; aynı zamanda devletin ve toplumun yeniden inşasına dair radikal bir önerme içerir. Devletçi bir anlayışla, merkezden çevreye doğru düzen kurmak isteyen bir İslamcılık tipi bu. Serttir, katıdır, sistemle uzlaşmaz; onu dönüştürmek ister. Bu nedenle “nizam” kelimesi, bir siyasi hamle değil; bir medeniyet tasavvurunun ta kendisidir.
Oysa daha sonra gelen Refah Partisi ismine bakıldığında bambaşka bir ton hissedilir. “Refah”, nizam gibi yukarıdan gelen bir düzeni değil; aşağıdan yükselen bir huzuru, ekonomik kalkınmayı, rahatı çağırır. Bu, sisteme karşı durmaktan çok sistemde yer kapma hamlesidir. İslamcılık bu noktada devrimci bir duruştan, reformist bir çabaya geçmiştir. “Refah” kelimesinin çağrışımı daha yumuşaktır; burjuvazinin, ticaretin, girişimciliğin ve orta sınıfın dünyasını işaret eder. Böylece İslamcılık, sadece ideolojik bir hareket olmaktan çıkar; aynı zamanda Anadolu sermayesinin önünü açan, taşralı girişimciyi merkeze taşıyan bir kalkınma projesine dönüşür.
İsimler üzerinden yapılan bu okuma, aslında İslamcı siyasetin evrimini gösterir. İlk başta kurucu bir iddiayla yola çıkan hareket, zamanla daha uzlaşmacı, daha ekonomik ve daha bireysel hedeflere yönelmiştir. “Nizam”dan “refah”a geçiş, yalnızca bir kelime değişimi değil; devlet-toplum ilişkisini algılamada, iktidara bakışta ve hatta Allah’a yaklaşımda bile bir yön değişikliğidir.
İslamcılığın bu sistemle uyumlu haline tamamen karşı değilim. Aksine, radikalleşmemiş, siyasallaşma iddiasını yitirmemiş ama çatışmacı olmayan bir İslamcılık; Türkiye'nin toplumsal barışı açısından bir imkân sunabilir. Ancak bunun kendi iç ahlakını koruyarak sadece ekonomik güce değil, adalet idealine yaslanarak yürümesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de İslamcılığın dönüşümü, sadece bir ideolojik hikâye değil; aynı zamanda sosyal bilimlerin bütün katmanlarında okunması gereken bir gerçekliktir. Ve bu gerçekliği anlamak, yalnızca onu eleştirmekle değil; aynı zamanda onu duyumsamakla mümkün olur.
YORUMLAR