Bazı günler vardır, hafızamızda hem tatlı bir koku hem de içimizi ısıtan bir huzurla yer eder.
Benim için o günler, mevlit okutulan günlerdir.
Şerbet dendi mi, hemen o kalabalık, gül kokulu evler; dua seslerinin arasında dolaşan gülsuyu; ve cam bardakta parlayan buz gibi bademli şerbet gelir aklıma.
Mevlidin sonunda içilen o şerbetin tadı başka hiçbir şeyde yoktur — çünkü o tat, hem gönülden edilen duaların hem de ruhumuza işleyen huzurun tadıdır.
Yıllar öncesiydi…
Evimiz tıklım tıklım doluydu. Herkes tertemiz kıyafetlerini giymiş, başörtülerini özenle takmıştı. Namaz örtülerine bürünmüş kadınlar,Allah’ın adını anmak Peygamberimizin güzelliklerini huşu içinde dinlemek, için toplanmışlardı.
Okuyan Avulanların (Lakabı) Gülsüm Hoca’nın sesini sessizce dinlemek için oturmuşlardı.
O günkü Gördes’in kadınlarını hatırlıyorum: iğne oyalarıyla süslenmiş örtüleri, sade ama temiz giyimleriyle öyle zarif ve doğal görünüyorlardı ki… Evlerinden getirdikleri terlikleri giymiş, hanım hanımcık oturuşlarıyla dizilmişlerdi. Onlara hayran kalmamak elde değildi.
Hocanın önündeki küçük sehpanın üzerinde bir çay tabağında az miktarda toz şeker, başka bir tabakta biraz tuz ve dantel örtüyle süslenmiş bir tabakta billur gibi su dururdu.
Şimdi belki merak etmişsinizdir: “Tuz ve şeker ne için?” diye…
Duaların bereketiyle şifalanacağına inanılırdı. Mevlit bitiminde isteyenler işaret parmaklarını ağızlarında ıslatıp besmeleyle tuzdan ve şekerden tadarlardı. Bu küçük ama anlamlı gelenek, kalplerde derin bir inançla yaşatılırdı.
Ve mevlit başlardı…
Süleyman Çelebi’nin dizeleriyle Peygamberimize methiyeler okunurdu. “Peygamberimizi gülsuyu ile yıkadılar” bölümünde, evin kızları –bizim evde kardeşim Gülsen– hacdan getirilen güldanlıkla gülsuyunu avuçlara dökerek misafirlere sunardı. O an evin her köşesi gül kokusuyla dolar, sanki ruhlar da o kokuyla arınırdı.
“Merhabalar” bölümünde tüm bayanlar ayağa kalkar, iki elleriyle birbirlerinin ellerini kavrayarak “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” diyerek selam verirlerdi. “Allah birdir” diyerek hep birlikte kıyama durulur, kalpler Peygamberimize yönelirdi.
Bir bölümde arkalar sıvazlanır, diğerinde Kâbe yönüne dönülür ve hep bir ağızdan şahadet getirilirdi.
Evde yankılanan “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” sözleriyle birlikte gözlerde beliren yaşlar, Allah’ın varlığını ve Peygamberimizin onun kulu ve Resulü olduğunu kalbimize bir kez daha hissettirirdi. Bu manevî coşkuyu başka hiçbir yerde yaşamak mümkün değildi.
Sonrasında tepsilerle şerbetler dağıtılırdı. Bardakların dibinde kalan bademlere bazen ulaşamazdık, ama o eksikliğin bile çocuk ruhumuzda ayrı bir yeri olurdu. Ulaşamadığımız bademleriyle bardakları tepsiye bırakmak… O masum anları unutmak mümkün mü?
Duanın sonunda önce peygamberlere, sonra evliyalara, Atatürk ve silah arkadaşlarına, şehitlere, ev sahibinin ve misafirlerin geçmişlerine dualar edilir; hep bir ağızdan “Âmin” denirdi.
Mevlidi yazan Süleyman Çelebi’nin ruhuna da bağışlanarak mevlit tamamlanırdı.
Ev sahibinin önceden baştan sona okuduğu Kur’an-ı Kerim “hatim” olarak anılır, hoca “Hatmimiz vardı” derdi. Hatim duasıyla üç İhlâs ve bir Fâtiha okunur, ölmüşlerin ruhlarına armağan edilirdi.
Mevlidin ardından kalabalık tatlı bir sohbet havasına bürünürdü. Herkes hâl hatır sorar, vedalaşır, “Allah kabul etsin” sözleri yankılanırdı.
Komşular mantolarını giyer, eşarplarını özenle bağlayarak ayakkabılarını ararlardı.
Ama o günlerin en unutulmaz sahnesi buydu:
Ayakkabılar genellikle karışır, biri mutlaka “Ayten Abla, bu ayakkabı benim değilmiş, getiren olursa değişelim!” der, herkes gülerdi.
Günün sonunda evin içinde hâlâ gül suyu kokusu, şerbet tadı ve dua sesleri kalırdı.
Ve biz çocuklar için o gün, sadece bir mevlit değil; kalplerimize kazınan bir huzur, bir hatıraydı.


YORUMLAR