Bayramşah köyünün sabahları bir başka güzeldi. Serin rüzgâr, kavak ağaçlarının yapraklarını titreterek uzaklardan gelen kuzu seslerine karışırdı. Güneş, dağların ardından ağır ağır yükselirken, köyün toprak kokulu sokakları ışığa boyanır, evlerin bacasından tüten duman sabahın serinliğine karışırdı. İşte o sabahlardan birinde, 1975 yılının ilkbaharında dünyaya gözlerini açtı Aysel.
Aysel’in doğduğu ev, kerpiç duvarlarıyla sıcacık bir yuvaydı. Babası İbrahim, köyde “Jandarma” lakabıyla tanınırdı. Bu lakap, onun sertliğinden değil, güven veren duruşundan, dimdik tavrından gelmişti. Sessizliğiyle ağırbaşlılığını hissettiren, sözüne bakıldığında insanın içinde huzur bulan bir adamdı. Aysel’in annesi Nezire ise, sabırlı ve şefkatliydi. Tandırın başında pişirdiği ekmeklerin kokusu, çocuklarının hafızasına kazınmış bir anne sıcaklığıydı.
Aysel üç kardeşin ortancasıydı. Abisi Hulisi ona hem yol gösteren hem de oyun arkadaşı olmuştu. Küçük kardeşi ise onun şefkatle sarıldığı bir emanetti. Evin içinde kimi zaman şen kahkahalar yükselir, kimi zaman küçük tartışmalar olurdu ama Aysel hep iki kardeşi arasında köprüydü. Birine abla, diğerine küçük kardeş…
Çocukluğunun en derin hatıralarını ise hayvanlarla yaşadı. Babasının sürüsü vardı: koyunlar, keçiler, kuzular, oğlaklar… Baharın gelişiyle meralar rengârenk çiçeklere büründüğünde, kuzular sıçraya sıçraya dünyayı şenlendirirdi. Aysel onların en yakın dostuydu. Kucağına aldığı bir oğlağı saatlerce okşar, kuzuların peşinden koşarken kahkahasını dağlara duyururdu. Ayağına bulaşan toz, onun için özgürlüğün simgesiydi.
Bayramşah köyünün çevresi her mevsimde başka güzellikler taşırdı. İlkbaharda yeşilin binbir tonu, yazın üzüm bağlarının keskin kokusu, sonbaharda tütün yapraklarının sararmış görüntüsü, kışın ise karla örtülmüş sessizlik… Aysel, bütün bu döngüyü içselleştirdi. Bağ bozumu günlerinde ailesiyle üzüm toplar, sepetlere doldurur, akşam olunca yorgun düşse de gözlerinde hep bir sevinç olurdu. Tütün tarlasında ise işin zorluğu vardı: sabahın serininde toprağı yarmak, kavurucu güneşin altında fideleri sulamak, yaprakları tek tek toplamak… Ama Aysel için her emek, toprağın ona anlattığı bir hikâyeydi.
Okul da Aysel’in hayatının vazgeçilmez bir parçasıydı. Demirci Bayramşah Köyü İlkokulu’nun yolunu tutarken, elinde defteri, gözlerinde merakın pırıltısı vardı. Çamurlu patikalardan geçer, derenin taşlarına basa basa yürür, kimi zaman arkadaşlarıyla şakalaşarak okula varırdı. Öğretmenin yazdığı her harf, onun için yeni bir kapı aralardı. Ezberlediği şiirleri gururla okur, defter yapraklarında başka dünyaları keşfetmenin heyecanını yaşardı.
Çocukluğu, iki dünyanın arasında geçti: Bir yanda tütün yapraklarının kokusu, üzüm bağlarının bereketi, kuzuların meleşmesi… Öte yanda okul sıralarında öğrenilen harfler, kitapların tertemiz dünyaları…Toprak ve emek ona sabrı öğretiyordu. Kitaplar ve harfler ise hayalleri büyütüyordu. Aysel daha çocuk yaşta anladı: İnsan yalnızca tütün yaprağının kokusuyla değil, kitapların dünyasıyla da beslenirdi.
Zaman çabucak aktı. Kuzuların peşinden koşan küçük kız, bağlarda üzüm toplayan genç bir kıza dönüştü. Yüzünde köyün temiz havasıyla yoğrulmuş bir duruluk, gözlerinde okumaya olan merakla harmanlanmış bir ışık vardı. Artık komşular onun için fısıldaşıyordu:
“Evlilik çağı geldi…” Ama Aysel, içten içe köyün dinginliğini, dağların sessizliğini, toprağın kokusunu yüreğinde biriktiriyordu. Çünkü o, hayatın en başında toprağın ve emeğin dilini öğrenmişti.
Onun hikâyesi işte burada başladı: Çocukluğun masumiyetiyle yoğrulmuş, emeğin izleriyle büyümüş, sessiz ama derin bir yolculuk… Ve bu yolculuk, ileride acının, direncin ve sabrın destanına dönüşecekti.
Babası İbrahim’in ölümünden sonra Aysel’in dünyasında bir eksiklik kalmıştı. O eksiklik, köyün taşlarına sinmiş hüzünle birlikte onun yüreğini daha sessiz, daha derin bir hale getirmişti. Ama zaman yine de akıyordu. Yıllar geçti.
Derken bir gün, boğazında hafif bir yanma hissetti. Başta önemsemedi. “Yorgunluk,” dedi, “soğuk aldım herhalde…” Ama günler geçtikçe yanma şiddetlendi. Yutkunmak zorlaştı. Nezire Ana’nın pişirdiği çorbayı içerken bile boğazına bir diken batıyormuş gibi acı duyuyordu.
Günler ilerledi. Boğazındaki ağrıya bu kez dilinde dayanılmaz sancılar eklendi. Sanki her kelimesi, her lokması bir bıçakla kesiliyormuş gibiydi. Aysel sustu… Ama içindeki korku büyüyordu.
Sonunda doktora gittiler. Yapılan muayeneler, tetkikler derken doktorun yüzüne yerleşen ciddiyet her şeyi anlatıyordu. Odaya yayılan ağır sessizliği doktor bozdu: “Durum ciddi… Dilinde tümör var.”
O an, Aysel’in dünyası yıkıldı. Hastalık kelimesi onun için yalnızca bir tıbbi terim değildi; kaderin acı bir hükmüydü.
Tedaviler başladı. İğneler, ilaçlar, umutla başlayan günler… Ama hastalık geri adım atmıyordu. Günden güne ilerliyor, Aysel’in sabrını sınırların ötesine taşıyordu.
Sonunda doktorlar acı kararı verdi: “Dilin alınmalı. Yoksa yaşama şansın kalmaz.”
Bu karar Aysel için sanki ikinci bir ölüm gibiydi. Hayat boyu kelimeleriyle sevinçlerini, acılarını anlatmış, dualar etmiş, şarkılar mırıldanmıştı. Şimdi tüm bunlardan mahrum kalacaktı. Kendi sesini kaybetmek, bir insanın gölgesini kaybetmesi gibiydi.
Ama yaşamak için mecburdu. Kabul etti.
Üniversite hastanesine yatırıldığında, Nezire Ana kızının başından bir an ayrılmadı. Refakatçi yatağında sabahladı. Onun göz kapakları ağırlaştıkça dua etti, elleri titredikçe tesbihine sarıldı.
Ameliyat günü geldiğinde Aysel’in üzerine yeşil ameliyat elbisesi giydirildi. Nezire Ana, kızını o hâlde görünce içindeki fırtınayı sakladı ama gözyaşlarını içine akıttı. Çünkü biliyordu: Bu kapının ardında kızının hayatı eskisi gibi olmayacaktı.
Saatler geçti. Nezire’nin bekleyişi, sabrı taşan bir çeşme gibi akıyordu. Soğuk hastane koridorunun taşlarına oturmuş, dua eden bir annenin sabrı… Zaman onun için saat değil, asır gibiydi.
Nihayet ameliyat kapısı açıldı. Sedye üzerinde getirilen Aysel artık eski Aysel değildi. Dili alınmış, boğazına nefes alabilmesi için bir delik açılmıştı. Yüzü solgundu, gözleri kapalıydı.
Ve o an, Nezire Ana’nın yüreği parçalandı. Bir annenin en dayanılmaz acısı, evladını çaresiz görmekti. Kalbi, bu manzaraya dayanamadı. Sessizce sendeledi, kızının sedyesine doğru uzandı ve yere yığıldı.
Gözlerini aralayan Aysel, annesinin devrilişini gördü. Boğazındaki acıya aldırmadan elleriyle sedyenin demirlerine vurdu. Ses çıkaramıyor, çırpınıyordu. Hemşireler koştu, doktorlar geldi… Ama çok geçti.
Nezire’nin kalbi, kızının acısına daha fazla dayanamamıştı. Onun için tuttuğu hayat ipini bıraktı. Annesi, kızının yanında son nefesini verdi.
Aysel’in bedeni ameliyatın acısıyla kavruluyordu. Ama annesinin ölümü, onun ruhunu paramparça etti. O an, sessizliğin en ağır hali yüreğine çöktü.
Artık Aysel hem annesiz, hem babasız, hem de sesinden mahrumdu. Ve bundan sonra yaşayacağı yalnızlığın başlangıcındaydı.
Ameliyat sonrası hastane odası, Aysel için hem yeni bir başlangıç hem de en ağır imtihanın mekânı oldu. Boğazında açılan delikten nefes almak, hortumlarla beslenmek… Her lokma, her nefes, her hareket bir sınavdı artık. O eski neşeli ses yoktu. Konuşmak, en basit kelimeyi bile söylemek imkânsızdı.
Aysel’in odası, sessizliğin yankılandığı bir yer hâline gelmişti. Nezire Ana artık yanında değildi. Babası yıllar önce gitmişti. Ve en çok da bu acı günlerde yanında olması gereken eşiyle yolları ayrılmıştı. Hastane koridorlarında sessizce kopmuşlardı birbirlerinden. Hayatın ağır yükü, aralarındaki bağı taşırmaz olmuştu.
Bir anda Aysel, yapayalnız kaldı. Annesiz, babasız, eşsiz… Sesini kaybetmiş, ekmeğini kendi eliyle değil, hortumlarla alan bir kadın olarak, dünyanın en ağır yalnızlığının ortasında kaldı.
Ama o, pes etmedi. Gözleriyle anlatmaya, kalemiyle konuşmaya başladı. Kağıtlara dökülen birkaç cümle, onun çığlığı oldu. Bazen bir kelimeyle, bazen bir bakışla, bazen de yalnızca gözyaşlarıyla haykırdı.
Günler birbirini kovaladı. Zorluklar büyüdü, yalnızlık derinleşti. Engelli maaşı dışında hiçbir geliri yoktu. Onunla geçinmeye çalışıyor, hayata bir ucundan tutunuyordu. Kimseye yük olmak istemiyor, kendi sessiz mücadelesini veriyordu.
Ama bu karanlık yolculukta tek bir ışık vardı: Abisi Hulisi. O, kız kardeşini sahipsiz bırakmadı. Ne zaman ihtiyacı olsa, kollarını açtı. “Ben varım,” dedi. Aysel’in en büyük dayanağı, abisinin omuzları oldu.
Bir gün Gördes’ten Bayramşah’a giden yolda karşılaştık. Yol sessiz, hava ağırdı. Bir araba durdu. Kapı açıldı. Hulisi indi. Sarıldık. O sarılışta yılların yükü, kardeşin kardeşe verdiği güven vardı.
Arabanın içinde Aysel oturuyordu. İnmedi. Boynunda beslenme maması asılıydı. Bakışları uzaklara çevrilmişti. Yüzünde sessizliğin ağırlığı, gözlerinde sabrın derinliği vardı. Onu öyle görünce içim burkuldu, gözlerim nemlendi.
“Hayrola?” diye sordum, boğazım düğümlenerek. Hulisi iç çekti:
— “Köyden geliyoruz. Annemiz Nezire’nin mezarını yaptık…”. O anda Aysel’in gözlerine baktım. O bakışlarda hem annesinin kaybı, hem kendi çektiği acılar, hem de hayata direnmenin ağır yükü vardı.
Bir cesaretle sordum: “Müsaaden olursa Aysel, hikâyeni yazmak istiyorum.”
Sessizlik oldu. Aysel gözlerini bana çevirdi. Dudakları artık yoktu, sesi çıkmıyordu. Ama başını yavaşça öne eğdi, sonra kaldırarak “evet” der gibi salladı.
İşte o küçücük hareket, bir hayatın bütün hikâyesini anlattı. Vedalaştık. Hulisi arabaya bindi. Onlar köy yoluna devam ettiler, biz de kendi yolumuza. Tozlu yolun ikiye ayırdığı o anda, Aysel’in gözleri hâlâ içimde kaldı.
Aysel’in sessizliği bir ağıt değildi. 50 yaşında eşsiz, annesiz, babasız sadece Engelli Maaşı ile hayatın ucundan tutunmaya çalışıyordu. O sessizlik, insanın hayata karşı en büyük direnişiydi. Çünkü o hâlâ nefes alıyordu. Hâlâ vardı. Ve gözleriyle haykırıyordu: “Ben buradayım!”
YORUMLAR