Basri GÜLER

Basri GÜLER

basriguler58@yaani.com

Susan Çiçeklerin Gölgesinde 24 Kasım Öğretmenler Günü

22 Kasım 2025 - 00:12 - Güncelleme: 22 Kasım 2025 - 00:13

     Gördes'in bir dağ köyünde rüzgar, sabah sisinin arasından ince ince köyün toprak sokaklarında dolaşıyordu. Uzaklarda horozlar öterken, taş duvarlı evlerin bacalarından ilk dumanlar yükseliyordu. Henüz güneş tam doğmamıştı; ama köy okulunun yanında duran tek katlı lojmanın penceresi çoktan aydınlıktı.
      O lojmanın içinde, saçları kırlaşmaya başlamış, yüz çizgilerine yılların emeği sinmiş öğretmen Mahmut Hoca ve eşi Dudu hanım çayını yudumluyordu. Masasının üzerinde defterler, sararmış köy notları, eski bir daktilonun yanında duran çevre inceleme dosyaları vardı. Kapı hafifçe çalındı.
— “Gelin evladım, açıktır.” dedi Mahmut Hoca.
     İçeri, okulun en çalışkan öğrencilerinden Zehra girdi. Kucağında büyükçe bir defter tutuyordu.
— “Hocam… Şey… Annem size bunu gönderdim dedi," diye fısıldadı.
— “Nedir o bakalım?”
— “Sizin şu köyün geleneklerini yazdığınız defteri merak etmiş. ‘Belki bizim düğün adetlerini de ekler’ dedi.”
     Mahmut Hoca güldü, gözlerinin kenarındaki çizgiler daha da derinleşti.
— “Yazarız evladım, yazarız. Bu köyün geçmişi, geleceğe bırakacağımız emanettir.”
Zehra utangaçça başını eğdi, ama sonra derin bir nefes aldı.
— “Hocam… Babam yine okula göndermeyeceğini söyledi. ‘Kız kısmı çok okur da ne olur’ diye bağırıp duruyor.”
     Mahmut Hoca'nın yüzündeki tebessüm kayboldu, yerine kararlı bir ifade oturdu.
— “Zehra, sen okumak istiyor musun?”
— “Evet hocam… Çok istiyorum. Öğretmen olmak istiyorum. Sizin gibi.”
     Bu sözler Mahmut Hoca’nın içini ısıttı. Yıllarca duyar gibi olduğu ama her duyduğunda yeniden filizlenen bir cümleydi bu.
— “O zaman babanla yine konuşacağım,” dedi. “Köyün en doğru kararı, kızların okumasıdır. Cehalet insanın zinciridir evladım.”
Zehra’nın gözleri parladı.
— “Hocam… Babam sizi dinler mi?”
— “İnşallah. Dinlemese de ben konuştukça konuşurum. Öğretmenin vazifesi budur.”
      Tam o sırada dışarıdan traktör sesleri geldi. Mahmut Hoca pencereden baktı; köyün merkezi uyanmaya başlamıştı. Komşu evlerden insanlar fırın yakıyor, çocuklar yalın ayak koşturuyordu.
Mahmut Hoca omzuna ceketini aldı.
— “Haydi okula gidelim,” dedi. “Bugün matematikte kesirleri işleyeceğiz. Hayat da zaten büyük bir kesir hesabı… Kimse bilmez ama doğru bölünmezse insanın ömrü boşa gider.”
Zehra kıkırdadı.
— “Hocam siz de her şeyi bir şeye benzetirsiniz.”
— “Ben öğretmenim kızım,” dedi gülerek. “Hayatın her yerinde bir ders vardır.”
     Okul, köyün tepesine yakın bir yerde duruyordu. Bahçesindeki dut ağacı gölgesini sınıfın camlarına düşürüyordu. İki sınıflı, beton duvarlı, mütevazı ama tertemiz bir okuldu bu.
     Kapıdan girer girmez köyün çocukları öğretmenlerine doğru koştular.
— “Günaydın öğretmenimmm!”
— “öğretmenim dün koyunları güderken bir tilki gördüm!”
— “Öğretmenim benim defteri keçi yedi!”
Mahmut Hoca kahkaha attı.
— “Yahu siz de her sabah bir macera yaşamadan gelmiyorsunuz!”
Köyün en yaramazı olan İsmail kolundan tuttu.
— “Öğretmenim bugün size bir bilmece soracağım.”
— “Sor bakalım.”
— “Ne yer, ne içer ama her gün büyür?”
— “Bilirim ama söylemem. Sen söyle.”
— “Yaş! Hani hani şu suyun içindeki yaş!”
Sınıf kahkahaya boğuldu.
Mahmut Hoca da güldü ama sonra ciddi bir ifadeyle öğrencilerine baktı.
— “Bakın çocuklar,” dedi. “Gülmek güzel şeydir ama öğrenmek daha güzeldir. Bugün size hayatın en önemli matematiğini öğreteceğim.”
— “Hangi matematik öğretmenim?” diye sordu Hüseyin.
      Mahmut Hoca tahtaya büyük bir = işareti çizdi.
— “Bu işaret var ya… Hayatın dengesi demektir. Doğruluk burada başlar. Yalanı, kötülüğü, hileyi buraya yazamazsınız. Öğretmenin görevi, size bu dengeyi öğretmek.”
Çocuklar dikkatle dinliyordu.
— “İnsan sevgisinden de bahsedeceğiz bugün. Çünkü kalbinde sevgi olmayan, hayat hesabını doğru yapamaz.”
Arka sıradan bir ses yükseldi:
— “Hocam, sevgi de matematik gibi mi?”
Mahmut Hoca göz kırptı.
— “Hem de en güzelinden. Çünkü sevgiyi paylaştıkça çoğalır. Bak işte bu da bir matematik!”
Çocuklar alkışladı.
     Tam o anda okulun kapısı sertçe açıldı. İçeri Zehra’nın babası Kamber Ağa girdi. Yüzü asık, ses tonu sertti.
— “Hocaaaam! Bir de duydum ki yine benim kıza akıl veriyormuşsun!”
Sınıf sessizliğe gömüldü.
Mahmut Hoca yavaşça tahtadan indi.
— “Kamber Ağa,” dedi sakince. “Kızın okumak istiyor. Buna engel olmak doğru değildir.”
Kamber Ağa öfkeyle bağırdı:
— “Kız kısmı okuyup da ne olacak? Evine barkına baksın yeter!”
     Mahmut Hoca’nın sesi bu defa tok ve kararlıydı.
— “Evine bakan kadın cahil olmak zorunda değildir. Bir köyün geleceği, kızlarının okumasıyla değişir. İlimden kaçmak olmaz, Kamber Ağa.”
Ağa’nın yüzündeki kızgınlık bir anlığına tereddüde döndü. Sınıfta Zehra titriyordu.
Mahmut Hoca devam etti:
— “Ben bu köye hizmet etmek için geldim. Ağa’sından fakirine kadar herkesin evladı benim evladımdır. Kız da okur, oğlan da. Çünkü öğretmen doğrunun tarafındadır.”
Bir sessizlik oldu.
Kamber Ağa derin bir iç çekti.
— “Hoca… Bir sen eksiktin başıma.”
Ama bu kez sesi daha yumuşaktı.
— “Düşüneceğim,” dedi ve kapıyı sertçe kapatarak çıktı. Sınıf derin bir nefes aldı.
Zehra’nın gözleri doldu.
Mahmut Hoca elini omzuna koydu.
— “Üzülme evladım. Karanlık ne kadar büyük olursa olsun, bir ışık yeter onu dağıtmaya. Biz o ışığı yakacağız.”
      O an, sınıfın toprak kokulu duvarları sanki genişledi; sabah güneşi içeri süzüldü. Çocukların gözlerinde yepyeni bir umut parladı.
      Ve öğretmen Mahmut, içinden geçirdi:
“Bu köyde her mücadele, öğrettiğim her kelime, diktiğim her fidan… Hepsi yarına kalacak bir izdir.”
Kış aylarının ilk soğukları çökmeye başlamıştı. Dağların doruklarına kar değmiş, köyün toprak yolları çamura dönmüştü. Akşam vakti yaklaşırken, rüzgâr kavak ağaçlarının yapraklarını hışırdatıyor, uzaklardan bir çoban köpeğinin havlaması duyuluyordu.
     Köy okulunun bitişiğindeki küçük lojmanın kapısı, soğuktan zor kapanıyordu. İçeride, sobası yanmayan, duvarlarından rüzgâr giren bu mütevazı lojmanda Mahmut Hoca, bir yandan planlarını yazıyor, defterlerini inceliyor, bir yandan titreyen parmaklarıyla çay suyu kaynatmaya çalışıyordu.
Ama su yoktu.
Musluğu açtı, “tık” bile demedi. Kuru bir sessizlik.
— “Yine kesik… Bu da bugün üçüncü,” diye mırıldandı kendi kendine.
Yorgundu, ama şikâyet etmeyi hiç sevmezdi.
     Suyun olmadığı yerde çay da yoktu, yemek de zordu, temizlik de. Ama o alışmıştı; bazen derenin buz gibi suyunu Dudu ile bidonlara doldurup taşır, bazen öğrencilerin anaları ona bir tas su gönderirdi. Lojmanda su yoktu ama umut vardı. Isı yoktu ama sabır vardı.
     Sobanın içi bomboştu. Yakacak odunu yoktu. Köyün muhtarı “Hocam, yarın göndeririz,” demişti ama yarın üç gündür gelmiyordu.
     Mahmut Hoca ceketini sımsıkı çekerek içini ısıtmaya çalıştı.
— “Öğretmenlik böyle bir şey,” diye fısıldadı kendine. “Karanlığa bir ışık yakmak için önce üşümeyi bilmek gerekir.”
O sırada kapı çaldı. Kapı aralandı, içeri komşu evin yaşlı kadını Samiye Ebe girdi. Dudu hanım onu karşıladı.
— “Oğlum, çok üşüyorsun herhalde. Şu fırını yakarken biraz köz aldım, sobanın altına koy da hiç olmazsa elin kolun donmasın.”
Mahmut Hoca, minnetle gülümsedi.
— “Allah senden razı olsun ebem. Ne diye zahmet ettin?”
— “Sen bizim evlatlarımızın hocasısın. Hoca üşürse körpe çocukların geleceği de üşür. Bizim gücümüz buna yeter.”
Mahmut Hoca’nın gözleri doldu.
— “Sağ ol ebe…”
Samiye ebe elini onun omzuna koydu:
— “Hoca, kızım Zehra için de babasıyla konuşacaksın dediler. Onu okut. Onun kaderi bu dağlarda tükenmesin.”
     Yaşlı kadın çıkıp giderken Dudu hanım sobaya birkaç köz attı, alevler cılız bir ışıkla kıpırdadı.
      Ertesi sabah hava daha da beterdi. Tozlu yolda bakkala gitmek kolay değildi; yiyecek bitmiş, ekmek bile kalmamıştı. Yakındaki kasabaya inmek mümkün değildi çünkü yol taş ve çamur içindeydi; ulaşım yoktu, telefon yoktu.
      Mahmut Hoca çantasını sırtladı, köyün içinden yürümeye başladı. Bir yandan çocukların derdini düşünürken bir yandan Zehra’nın gözlerindeki umudu hatırlıyordu. Caminin önünden geçerken imam seslendi:
— “Hocam, sabah namazında sizi göremedik. Hasta mısınız?”
— “Yok imam efendi, gece biraz üşüttüm, su da olmadı… Kahvaltı da edemedik.”
— “Buyurun gelin, şu odunları beraber taşıyalım. Hem sobanın başında bir çorba içersin.”
      Caminin küçük odasında imam, köyün fırıncısından aldığı bir parça ekmekle ona sıcak çorba uzattı.
— “Hocam,” dedi imam, “sen bu köye sabırla hizmet ediyorsun. Bizim çocuklar senden çok şey öğreniyor.”
— “Bazen yetiyor muyum bilmiyorum imam efendi. Suyum yok, yakacağım yok, yol yok… Çocukların defteri yok, kalemi yok… Öğretmek için kalbimi koyuyorum.”
İmam gülümsedi:
— “İnsan kalbiyle öğretir hocam. Sen kalbini koyduğun için bu köyün artık bir ışığı var.”
     Mahmut Hoca çorbayı içtikten sonra imama teşekkür ederek okul yoluna devam etti.
      Okulun bahçesinde öğrenciler onu görünce koşarak yanına geldiler.
— “Öğretmenim, bugün tarlaya gittik!”
— “Öğretmenim annem size yoğurt gönderdi!”
— “Öğretmenim, dün sobada odun patladı!”
      Mahmut Hoca, bu saf sesleri duydukça yorgunluğu eriyip gidiyordu. Sınıfa girdiğinde, duman tüten nefesiyle çocuklara baktı.
— “Evlatlarım,” dedi, “bugün size yalnız ders değil, hayat öğreteceğim.”
Çocuklar merakla yerlerine oturdu.
— “Bir insanın yolu zordur. Yolda su olmaz, yiyecek olmaz, bazen yalnız kalırsınız. Ama bırakırsanız kaybedersiniz. Öğretmen dediğin, hayatın karanlık yollarında elinde kandil taşıyandır.”
Hüseyin parmak kaldırdı:
— “Hocam, kandilin yoksa ne olur?”
Mahmut Hoca gülümsedi.
— “O zaman kendi kalbini yakarsın evladım.”
      Çocukların gözleri büyüdü.
Bu sırada kapıda biri belirdi: Kahvedeki delikanlılardan Duran.
— “Hocam,” dedi, biraz çekinerek, “bizim kahvede bir mesele var. Gelip bir bakar mısınız? Millet sizin sözünüzü dinler belki.”
Mahmut Hoca ceketini aldı.
— “Siz dersinize çalışın. Ben birazdan gelirim.”
     Köy kahvesine gittiğinde içerisi duman altıydı. İki adam tartışıyor, herkes susmuş onları dinliyordu.
— “Sen bana borcunu vermedin!”
— “Vermedimse vermedim, ne olacak!”
Duran hemen koşup fısıldadı:
— “Hocam, mesele büyüyecek!”
Mahmut Hoca ortalarına doğru yürüdü.
— “Beyler,” dedi sakin ama tok bir sesle. “Burada kavga ederek hiçbir şey çözemezsiniz.”
Adamlar dönüp ona baktı.
— “Hoca karışma, bu bizim meselemiz!”
— “Köyde kavga varsa, öğretmenin meselesidir,” dedi Mahmut Hoca. “Çocuklarınız benim öğrencim. Onların huzuru için sen de ben de susmayı bilmeliyiz.”
O an kahvede bir sessizlik oldu.
— “Borç ödenir,” dedi Mahmut Hoca. “Ama kırılan gönül tamir edilmez. Hanginizin çocuğu akşam eve gidince ‘babama kavga ettirdiler’ desin? Hanginizin evi hüzün dolsun?”
     Adamların bakışları yumuşadı.
Sonunda biri iç çekti:
— “Peki hoca… Senin hatırın için uzatmayayım.”
Mahmut Hoca başını eğdi.
— “Hatırım için değil, çocuklarınız için. Köyünüz için.”
     Akşama doğru tarladan dönen kadınlar onu görünce seslendiler:
— “Hocam gel, şu buğday yığınına bakıver. Fare mi yedi, rüzgâr mı savurdu anlamadık.”
     Mahmut Hoca dizlerini çamura bata çıka çöktü, inceledi, anlattı. Kimi zaman tarlada tarım bilgisiyle, kimi zaman camide edep ve ahlak öğütleriyle, kimi zaman fırında hamurun tutmayan yönünü söyleyerek, kimi zaman kahvede ortayı yumuşatarak köye bilgelik ederdi. Gece olduğunda lojmana döndü. Soba sönmüş, içeri buz gibiydi.
Suyu yoktu. Dudu eşini beklerken uyumuştu. Yorgundu. Ama defterlerini yine açtı.
Köyün geleneklerini, düğünlerini, türkülerini, yaşlıların anlattığı efsaneleri yazmaya başladı.
Geleceğe kalacak bir belge olsun diye…
Mum ışığı titrerken içinden şu söz döküldü:
“Zorluk çeken, vazgeçmeyen, ayakta duran… Hep öğretmenler olmuştur. Karanlığa rağmen yürüyen bizleriz. Çünkü bir çocuk gülümseyince, bütün yorgunluk biter.”
      Ve o gece Mahmut Hoca soğuk bir lojmanda, ama sıcak bir umutla uykuya daldı.
      Yıllar su gibi akmış, çocukların ayak izleriyle dolu okul bahçesi defalarca kar görüp yaz görmüş, dut ağacı bile büyüyüp kalın dallarını göğe uzatmıştı. Köyde değişmeyen tek şey ise Mahmut Hoca’nın izi olmuştu.
      Artık saçlarına aklar düşmüş, gözleri biraz daha buğulu bakar olmuştu. Lojman çoktan başka bir öğretmene devredilmişti. O ise köyün kıyısında, sessiz bir evde yaşamaya başlamıştı. Emekli demişlerdi ona. “Emekli öğretmen.”
       Sanki tecrübeleri bir çuval gibi kapının önüne bırakılmış, sanki bir ömür verdiği emek bir kalemde silinivermişti. Sanki köylülerin düğünlerinde söylediği öğütler, çocukların defterlerine yazdığı ilk harfler, tarlada, camide, fırında ettiği bilgelik artık bir resimmiş gibi duvara asılı kalmalıymış.
Oysa o hâlâ öğretmendi. Nefes aldığı sürece öğretmendi. Çünkü öğretmenlik bir meslek değil, bir erdemlilikti.
     Öğretmenler Günü yaklaşmıştı. Köyde yeni öğretmenler hazırlık yapıyor, okulun bahçesinde küçük bir tören için süslemeler asılıyordu. Dut ağacı yine gölgesini uzatmıştı ama yıllar önceki neşeli çocuk sesleri artık başka ağızlardan çıkıyordu.
     Mahmut Hoca, evinin penceresinden o telaşı izliyordu. İçinde buruk bir sıkıntı vardı. Çünkü o gün ona kimse bir şey söylememişti. Kimse çağırmamıştı. Sanki o, bu köyün taşlarına kendi ömrünü çalmamış gibi. Torunu gibi sevdiği Zehra kapısını çaldı.
— “Öpretmenim,” dedi usulca, “okulda tören var… Sizi de çağırdılar mı?”
Mahmut Hoca yavaşça başını iki yana salladı.
— “Yok kızım… Kimse bir şey demedi.”
— “Olur mu öğretmenim? Onca yıl emek verdiniz!”
— “Evladım,” dedi hoca hüzünle, “bu memlekette insanın ömrü boyunca verdiği emek çabuk unutulur. Öğretmen yaşarken ışık olur, ama ışığı tükenince kimse lambanın kendisini hatırlamaz.”
Zehra’nın gözleri doldu.
— “Sizin ışığınız sönmez öğretmenim.”
— “Evet,” dedi Mahmut Hoca, “ama bunu bir selam ile hatırlatmak gerekirdi. Bir insanı öldüren, ölüm değil; hatırlanmamaktır.”
     O gün tören oldu. Yeni öğretmenler konuştu, öğrenciler şiirler okudu. Ama köy çocuklarının bir zamanlar yüreklerine sevgi ekmiş olan Mahmut Hoca orada yoktu. İsmi bile anılmadı.
     Akşamüstü köy meydanına doğru yürürken eski öğrencilerinden bazıları onu fark etti.
     Hüseyin, yıllar önce bilmece soran yaramaz çocuk, şimdi koca bir adam olmuştu.
— “Hocam…” dedi titrek bir sesle. “Biz sizi aramadık… Unuttuk… Hakkınızı helal edin.”
     Mahmut Hoca gülümsedi; yaşlı bir insanın kırgın ama affeden gülümsemesiyle.
— “Benim görevim öğretmekti. Affetmek de öğretmenliğin bir parçasıdır evladım.”
Bir başkası, İsmail, koşup hocasının ellerine sarıldı.
— “Hocam, sizin yüzünüzden kötü yola sapmadım. Hep dediniz ya, ‘İnsanın terazisi kalbidir’ diye… Ben her yanlışımda o sözü anımsadım.”
Mahmut Hoca’nın gözünden bir damla yaş düştü.
— “O zaman ben boşuna yaşamamışım.”
     Köyün ihtiyar heyeti, tören sonrası kahveye toplanmıştı. Kapıyı Mahmut Hoca açınca şaşırdılar.
— “Hoca gelmişsin… Buyur otur.”
Mahmut Hoca oturmadı.
Ayağa dikildi.
Gözleri vakur, sesi tok ve ince bir sitemle doluydu.
— “Ben bu köye ömrümü verdim. Hem çocuklarına, hem tarlasına, hem yoluna. Ben kar yağarken soba yaktım, su yokken testileri doldurdum, yol yokken yürüdüm. Köyün bilgesi, doktoru, abisi, dert babası oldum. Bugün tören yaptınız… Çiçek verdiniz… Ama yıllarca çiçek yetiştiren bir adamın adını anmadınız.”
Kahvede bir sessizlik çöktü.
— “Ben emekli olmuş olabilirim,” dedi, “ama öğretmenlik emekli olmaz. Bir öğretmen, toprağa düşünce bile fikir olur, yol olur. Siz dünümü hatırlamazsanız, yarını göremezsiniz.”
İçlerinden biri başını eğdi:
— “Hocam… Biz hata ettik.”
Mahmut Hoca yavaşça gülümsedi.
— “Hatayı bilmek de bir öğrenmedir. Ben de dersimi son kez vermiş olayım.”
      Gece olunca Mahmut Hoca evine döndü. Gökyüzünde yıldızlar vardı; tıpkı yıllar önce çocukların ödevlerine koyduğu kırmızı yıldızlar gibi.
     Pencerenin önünde uzun süre durdu. Sonra içinden bir cümle geçti: “Bir insanın yetiştirdiği çocuklar, onun ömür boyu açan çiçekleridir. Çiçek açmaya devam ediyorsa, öğretmen asla unutulmuş değildir.”
      Ve o gece köy, ilk defa kendi sessizliğini duyar gibi oldu. Çünkü bir öğretmenin kalbinde yanan ışık, emekli olsa bile sönmemişti. Sadece insanlar geç fark etmişti. Aslında 24 Kasım Öğretmenler Gününde emekli Mahmut hocaya bir sandalye ayrılamamıştı. 

Bu yazı 84 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum