Basri GÜLER

Basri GÜLER

basriguler58@yaani.com

Musa İle Ayla

01 Eylül 2025 - 16:26 - Güncelleme: 01 Eylül 2025 - 16:27

        Bir pazartesi sabahıydı. Gördes’in pazarı kurulmuş, köyün insanları şehre inmişti. Ben, Basri hoca, Engelsizler Parkı’na gidip bir kenara oturdum. Bir bardak tavşan kanı çay söyledim. Ağaçların gölgesi serin serin düşüyordu. Kuşlar ötüyor, rüzgâr hafif hafif esiyordu.
O sırada yaşlıca bir kadın yanıma geldi. Beli hafifçe bükülmüş, başında yazması, elinde pazar torbası vardı. Eğilip:
— Oğlum, oturabilir miyim? dedi.
— Buyur ebem, otur, dedim.
Kadıncağız torbasını yanına bırakıp derin bir nefes aldı.
— Nerelisin sen? dedi.
— Evet ebem, Gördesliyim.
— Ben de Gördes’in Sındırgı ya yakın dağ köyündenim. Divana köyü. Divane Köyü ne dedim.
İstersen sana divanenin  hikâyesini anlatayım, dedi.
Ben merakla:
— Hay hay, ebem. Ben zaten hikâye yazıyorum, çok iyi olur, dedim.
        Ebe benim adım Fadik dedi. Gözleri uzaklara daldı ve kısık bir sesle anlatmaya başladı:
       Gördes’in dağ köylerinden birinde yaşayan Hacı Kerim ve karısı Hacı Emine, köyün en zengin ailesiydi. Ama zenginlikleriyle birlikte gönülleri daralmış, kalpleri sertleşmişti. Evlerinin kapısı kimseye açık değildi. Köyde bir düğün olsa gitmezler, bir cenaze olsa başsağlığı dilemekten öteye geçmezlerdi. Sofralarında misafir hiç olmazdı.  Ama onlar yemeği içmeyi zarar sayar, insan ağırlamaktan hoşlanmazlardı.
         Oğulları da üç aşağı beş yukarı onların huyuna yakın büyümüştü. Kendileri gibi zenginlerle dostluk eder, fakir köylüyle mesafeli olurlardı. Ama oğulları Musa farklıydı. İçinde onlardan gelmeyen bir yumuşaklık vardı. Kendisini köyün çocuklarından üstün görmezdi. Çoban Hasan’ın kızı Ayla’yı görür görmez gönlünü ona kaptırması da işte bundandı.
          Ayla’nın ailesi fakir ama onurluydu. Babası Hasan, keçilerini dağlarda güder; annesi Nurcan, elindekiyle yetinir, köydeki herkesin duasını alırdı. Evleri küçücük, eşyaları eskiydi ama o evde sevgi, şükür ve misafirperverlik vardı. Hasan’ın evinde kimse aç kalmaz, Nurcan’ın sofrasında herkes doyardı.
          Musa’nın gönlü Ayla’ya düştüğünde, en büyük engelin kendi annesi ile babası olacağını biliyordu. Çünkü onlar Ayla’yı fakirliğiyle küçümseyecek, köyün en güzel kızı olsa bile ona uygun görmeyeceklerdi.
Nitekim bir akşam Musa, cesaretini toplayıp annesine açıldı:
— Ana, ben Ayla’yı seviyorum. Hasan çobanın kızı. Onu istemenizi isterim sizden.
Hacı Emine’nin kaşları çatıldı, gözleri ateş gibi parladı:
— Ne diyorsun Musa! Bizim soyumuza, sülalemize çoban kızı mı gelecek? Aç kalmış, eski püskü giysiyle gezen bir kızı bize gelin mi getireceksin?
 Hacı Kerim de karısına destek verdi:
— Musa, oğlum… Senin önünde yol çok. Bizim halimiz vaktimiz yerinde. İstesen seni Gördes’ten, Manisa’dan bir paşa kızını bile gelin ederiz. Gitmiş de çoban kızı diyorsun. Olmaz, işitmeyeyim bir daha böyle şey!
         Ama Musa sustu, boynunu bükmedi. İçinde Ayla’ya olan sevgisi, annesiyle babasının bütün sertliğini aşacak kadar güçlüydü. Çünkü Musa biliyordu ki, zenginlik sofra kurmaz, gönül kurar; para huzur getirmez, sevgi getirir.
         Köyde fısıltılar yayıldı. Herkes Musa’nın Ayla’ya sevdalı olduğunu konuşuyor, kimi hayretle, kimi gülümseyerek bu sevdayı anlatıyordu:
— Hacı Kerim’in oğlu çoban kızına vurulmuş!
— Eh, gönül bu, mal mülk dinlemez, diyenler de çıkıyordu. Ayla’nın ailesine de bu söylentiler ulaşmıştı. Nurcan hanım bir akşam kızının gözlerinin içine bakarak sordu:
— Ayla’m, doğru mu kızım? Musa sana gönül vermiş diyorlar. Ayla utançla başını eğdi, elleriyle başörtüsünün ucunu buruşturdu.
— Ana… Benim gönlüm ondayken nasıl inkâr edeyim? Ama bilirim, onların hali vakti yerinde. Bizim fakirliğimiz gözlerine batar. Onlar razı olmaz bize… Hasan ise derin bir iç çekti:
— Kızım… Bizim alnımız ak, ekmeğimiz helal. Zenginmiş, fakirmiş, bana ne! Eğer Musa yiğitse, gelir ister. Biz de kızımızı gönül verdiğine veririz. Ama sakın ha gururlarına razı olma!
           O gece Ayla uzun süre uyuyamadı. Musa ise avluda volta atıyor, yıldızlara bakıp kendi kendine mırıldanıyordu:
— Ben bu sevdadan dönmem. Ana babam karşı çıksa da dönmem. Gerekirse köyü bırakır giderim, ama Ayla’dan vazgeçmem.
         Musa ile Ayla, köyün bütün karşı çıkmalarına ve Hacı Kerim ile Hacı Emine’nin gururuna rağmen evlendiler. Düğün köyün hafızasına kazındı; kimileri gözyaşını sakladı, kimileri gülümseyerek baktı. Musa, sevdiğine kavuşmanın huzuruyla evini kurdu.
          Ama mutlulukları uzun sürmedi. Yıl 1978 idi. Askerlik vakti geldi, tam 24 ay sürecekti. Musa’ya celp kağıdı geldiğinde köyde bir sessizlik çöktü. Ayla’nın yüzü soldu, ama Musa’nın gözlerinde kararlılık vardı:
— Sabret Ayla’m, döndüğümde yepyeni bir hayat kuracağız. Musa askere gidince, Ayla bir başına kaldı. Gelinliği daha tazeydi ki Hacı Emine’nin ağır dili, Hacı Kerim’in sert bakışları üzerine çöktü. Onların gururu, sanki Ayla’nın yüreğine hançer gibi saplanıyordu.
            Ayla’yı ailesiyle görüştürmediler. Kapılar ardına kadar kapandı, yollar kapandı. Her gün yeni bir çile, her gece yeni bir gözyaşı… Ayla, sabahları kahvaltı etmeden kaldırılır, gün boyu ağır işler yaptırılırdı. Sıcak yazda tarlaya sürülür, soğuk kışta buz gibi suda çamaşır yıkamak zorunda bırakılırdı. Yemekleri kısıtlı, uykusu kesik, yüreği kırık… Her lokma, her nefes bir sınavdı. Misafir geldiğinde sofrayı kurar, ama sofraya oturmasına izin verilmezdi. Komşularla konuşsa azar işitir, kapı kapatılırdı. Hastalandığında doktora götürülmez, numara yapmakla suçlanırdı.
          Kışın dağda keçileri güderken aç ve üşümüş kalırdı. Bayramda eski, yamalı başörtüsünü takmak zorunda kalırdı. Kap kacak kırılırsa tokat ve azar işitirdi. Tarlada ağır işler, tandırın dumanı, taş ve odun yükleri… Bunlar sürekli tekrar ederdi.
Zamanla Ayla eridi, bir deri bir kemik kaldı. Verem düştü ciğerlerine.
         Kışın ayazında, sabah ezanı okunurken Hacı Emine kaldırırdı Ayla’yı. “Kalk, dereye git, çamaşırları yıka” derdi. Ayla dere kenarına varır, buz gibi suda elleri morararak çamaşır yıkardı. Parmakları taş gibi kesilir, nefesi titrerdi. Elbiseleri ıslanır, kemiklerine kadar işlerdi soğuk. Ama “üşüdüm” dese azar işitirdi:
— Gelin dediğin çalışır, üşümez!
Sofraya yemek gelir, Hacı Emine ile Hacı Kerim yer, Ayla’ya ya bir bayat ekmek kırıntısı kalırdı ya da hiç. Bazen komşular yoğurt verir, Ayla gizlice ekmeğine sürüp yerdi. Ama yakalanırsa azar:
— Biz sana bakmak zorunda mıyız? Karnını baban doyursun!
         Köye misafir geldiğinde sofrayı Ayla kurardı. Yemekleri pişirir, kahveyi yapar, sofrayı donatır ama sofraya oturmasına izin verilmezdi. Kapının gerisinde bekler, misafir çıkınca kalan artıklarla karnını doyururdu.
          Anası Nurcan, bazen gizlice evin önünden geçerdi.       Kızını bir kez görse, göz göze gelse içi ferahlardı. Ama Hacı Emine pencereleri kapatır, kapının önüne taş yığar, “bir daha ananı görürsem seni bu evden kovarım” derdi. Ayla gözyaşını yastığına gömerdi.
          Bayram sabahı olurdu, herkes yeni elbisesini giyerdi. Ayla’ya yeni bir başörtüsü bile alınmazdı. Eski, yamalı örtüsünü yıkar, ütüler, onu takardı. Bayram günü bile yüreği kederle dolardı.
Yazın sıcağında tarlaya götürürlerdi. Orak biçer, demet taşır, öğlen sıcağında susuz bırakırlardı. Ayakları şişer, sırtı yara olurdu. Ama “yoruldum” diyemezdi.
           Kış günü kar fırtınasında bile keçileri dağa sürdürürlerdi. Yanına bir tas yoğurt, bir parça ekmek bile verilmezdi. Aç ve üşümüş hâlde akşama kadar hayvan güderdi.
Ayla gelinlik entarisini iş kıyafeti yaptılar. Giyecek başka bir şey vermediler. Gelinliği toz içinde kaldı, ama onun gözünde hâlâ en kıymetliydi.
           Bir gün çömlek elinden düştü kırıldı. Hacı Emine öyle bir çıkıştı ki, elini kaldırıp vurdu. “Sen beceriksizsin, sana ekmek haram” diye bağırdı.
Ayla öksürmeye başladı, ateşi çıktı. “Hasta oldum” dediğinde Hacı Kerim, “numara yapıyor, işten kaçıyor” diyerek doktora götürmedi.
            Bazen gün boyu odasına kilitlerlerdi. Aç susuz kalır, pencereden gökyüzüne bakar, dualar ederdi. Yemek pişirirken tandırın dumanı eve dolardı. Ayla öksüre öksüre yemek yapar, gözleri yanar, nefesi daralırdı. Ama “ocak söndü” diyemezdi. Komşular kapıya uğrasa, Ayla çıkmasın diye kapıyı kapatırlardı. “Komşuyla çok konuşma, dilin uzar” derlerdi. Ayla yalnızlıktan içine kapanırdı.
              Hacı Emine fırsat buldukça “fakir çoban kızı” diye aşağılar, bazen tokat atardı. O tokat Ayla’nın yüzünden çok yüreğini yakardı.
Bir gün Ayla cesaret edip “Musa gelince kurtulacağım” dedi. Hacı Kerim kahkaha atarak, “Oğlun askerden dönmez, sana dönse de bu evde yüzün gülmez” diye umutlarını kırdı.
           Askerlik bittiğinde Musa köye döndü. Sevinçle evine koştu. Ama Ayla’yı yatağa düşmüş, nefes almakta zorlanan hâlde buldu.
— Ayla’m! Ben geldim… dedi, diz çökerek.
Ayla son bir kez baktı, kollarını Musa’ya uzattı. İkisi de yere düştü. Ayla son nefesini verdi.
Köy sessizliğe gömüldü. Kuşlar ötmedi, hayvanlar meleşmedi. Nurcan ve Hasan’ın gözyaşı sel oldu.
          Musa aklını yitirmişti. Saçı sakalına karışmış, giysisi yırtık pırtıktı. Köyde kimseye göz açtırmaz oldu. Ama onun deliliği, aslında Ayla’ya duyduğu derin sevdanın bir yansımasıydı. Günlerce mezarın başında oturur, Ayla’ya seslenirdi:
— Ayla’m, neden gittin? Neden beni bırakıp gittin?
          Köy halkı onu görünce hem korkuyor hem de üzülüyordu. Çocuklar peşinden koşar, kadınlar pencereden bakar, erkekler sessizce başlarını eğerdi. Çünkü Musa’nın deliliği, sıradan bir akıl kaybı değildi; bu, aşkın ve acının en yakıcı hâliydi.
Musa bazen dağlara çıkar, Ayla’nın adını haykırırdı:
— Ayla’m! Gel bana! Gel, seni bekledim!
Rüzgâr, onun sesini taşırdı. Keklikler, rüzgârın uğultusuna katılır, sanki Musa’ya eşlik ederdi. O yalnızlık içinde Ayla’yı görüyormuş gibi davranır, onunla konuşur, onunla yürür, onunla gülerdi.
          Köyde yaşayanlar artık onu görmekten çekinir oldu. Fakat içlerinden bazıları fısıldardı:
— Deli Musa… ama bakın, onun deliliği sevdayla örülmüş. Musa her sabah köyün çeşmesine gelir, ellerini yıkar, Ayla’ya ait hayali bir tabak önüne koyar, onunla yemek yer gibi yapardı.
— Bak Ayla’m, sana yemek yaptım, derdi.
Ve kimse ona dokunamazdı. Çünkü herkes biliyordu, Musa’nın deliliği bir ibret hikâyesiydi.
Köyün kadınları geceleri, evlerinin penceresinden Musa’nın haykırışını dinler, sessizce ağıt yakardı:
— Ayla’m… Musa seni bekliyor, diye fısıldarlardı.
Ve o ağıtlar, köyün çocuklarına, gençlerine, yaşlılarına yıllarca aktarılırdı.
        Hacı Kerim ve Hacı Emine artık evlerinde sessiz, boynu bükük yaşadılar. Gururları kırılmış, sofraları donmuş, kalpleri boşalmıştı. Musa’nın deliliği ve Ayla’nın acı dolu ölümü, onları ömür boyu pişmanlık içinde bıraktı. Artık ne gülüşleri kaldı, ne huzurları… Sadece geçmişteki gurur ve kibirlerinin ağırlığı kaldı üzerlerinde.
         Yıllar geçti. Musa’nın ve Ayla’nın hikâyesi köyde dilden dile dolaşır oldu. Çocuklara, gençlere, kadınlara ve erkeklere anlatılırken:
— Gururun olduğu yerde sevda yeşermez. Ayla’nın gözyaşı, Musa’nın deliliği, Hacı Kerim ile Hacı Emine’nin pişmanlığı… İşte size ibretlik bir hikâye, denirdi. Bir gün geldi Musa vefat etti.
         Musa en sonunda Ayla’nın yanına defnedildi. İki mezar yan yana, iki çiçek gibi açtı köy mezarlığında. Sevgi, gururun ve fakirliğin arasındaki çatışmanın hikâyesi, nesiller boyunca unutulmadı.
           Fadik eve işte bizim köyün Divane hikayesi. Hocam dedi. Ben gideyim gari. Arabalar gider köye. Bende sağ ol dedim. Giderken arkasından baka kaldım. 

Bu yazı 189 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum