08 Eylül 2025, günlerden pazartesiydi. Yazın kavurucu sıcağından kalma güneş, şehrin üstüne yorgun ışıklarını serpiyordu. Havuzlu Çarşı’nın taş döşeli zemini, sabahın serinliğini çoktan bırakmış, öğleye yaklaşan saatlerin sıcaklığıyla hafifçe parıldıyordu. Esnaf, dükkanlarının önünde ağır ağır işlerini toparlıyor, kimi çay bardaklarının şıngırtısıyla, kimi mallarını sergilerken çıkan ahşap gıcırtılarıyla çarşıya kendi sesini katıyordu.
Ben, gölgelik havuzun kenarında, yıllardır aynı taşların üzerinde kurulan küçük masaların birinde oturmuş, elimdeki çayın buharında kaybolmuş düşüncelerle baş başaydım. Çarşının uğultusu bana uzak bir şarkı gibi geliyordu. O sırada tanıdık bir ses, tanıdık bir adım yankılandı yanımda: Mehmet Bey. Sağlıkçı olarak çalışan, yüzünden eksik olmayan o sakin tebessümüyle yanıma geldi. “Selamün aleyküm,” dedi. “Aleyküm selam Mehmet Bey, buyur otur,” dedim, masanın boş sandalyesine işaret ederek.
Sandalyesine oturur oturmaz, gözleri çevreyi şöyle bir taradı, sonra sözü hiç dolandırmadan bana çevirdi: “Senin hikâyeler çok eskiye dayanıyor,” dedi. “Ama biliyor musun, bunları on binde, yüz binde bir kişi okur.”
Sözü ağır ama gerçeğin ta kendisi gibi geldi. Bir an sustum. Çayın dumanına bakarken, Mehmet Bey’in haklılığını içimde tarttım. Haklıydı. Benim yazdıklarım ne bugünün telaşına ne de yarının hayaline karışıyordu. Ben ne geleceği yazabiliyordum, ne de hayallerin gölgesine sığınabiliyordum. Gidebildiğim kadarıyla, aklımın izin verdiği ölçüde, hatırlayabildiğim yaşanmışları yazıyordum.
Çünkü benim defterlerime düşen kelimeler, hep geride kalmış zamanların kırıntılarıydı. Çocukluğun taş sokakları, gençliğin sert rüzgârları, okullarda, köylerde, kasabalarda duyulan ayak sesleri, bir zamanlar yaşanmış, şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş hayatların sesi... Benim kalemim geçmişe dönük bir aynaydı aslında.
Mehmet Bey, sözlerini bitirince kısa bir sessizlik oldu. Çarşının ortasındaki küçük havuzdan suyun ince şırıltısı duyuluyordu. Birkaç serçe havuz kenarına konmuş, kanatlarını serin suya değdirip tekrar havalanıyordu. O an düşündüm: Belki gerçekten de bu yazdıklarımı çok az insan okur. Belki bin kişiden birine bile ulaşmaz. Ama mesele okunmak değil, mesele yaşanmışların kaybolmamasıdır.
Benim yazdıklarım, bir gün hiç kimse okumasa bile, zamanın taşlarına işlenmiş sessiz bir hatıra olarak kalacaktı. Çünkü yaşanmış her an, unutulmaya terk edilse de, yazıya döküldüğünde yeniden nefes alıyordu.
O gün Havuzlu Çarşı’da, pazartesinin ortasında, Mehmet Bey’in sözleri bana bir gerçeği hatırlattı: Ben geleceği yazamasam da geçmişin izlerini taşımak, hafızaya sahip çıkmak da bir vazifeydi. Belki çoğu gözden kaçacak, belki kimse dönüp bakmayacaktı. Ama yine de, geride bırakılan bir tek kelime bile zamanın çarkında kaybolan hayatlara tanıklık edecekti.
Ve ben, o masada otururken, kendi kendime fısıldadım: “Okuyan az olsa da yazmaya devam edeceğim. Çünkü yazmak, yaşadığımızı kanıtlamaktır.”
Mehmet Bey, çayından küçük bir yudum aldıktan sonra sözü değiştirdi. Bakışları çarşının taşlarına takılıydı, sanki kendi içinde tartıyordu söylediklerini.
“Biliyor musun,” dedi ağır ağır, “eskiden imkanlar azdı ama insanlar daha mutluydu. Şimdi araba var, telefon var, yiyecek içecek bol, eğlence bol, giyecek bol… Ama kimse mutlu değil. Durmadan yeni şeyler istiyor. Ne alsa, ne yaşasa yetmiyor. Hiç kimse tatmin olmuş gibi durmuyor.”
Sözleri çarşının kalabalığına karışıp havuzun sularına yankılanmış gibiydi. Ben, bir an düşündüm.
“Doğru diyorsun Mehmet Bey. Bak mesela, şimdiki insanlar düğüne gidiyor. Eskiden düğün bir bayramdı, şenlikti, gönüller coşardı. Şimdi ise çoğu sadece yemek yiyip zarfı sandığa atıp hemen dönüyor. Hani nerede o eski oyun havaları, nerede gecelere sarkan sohbetler? Her şey görev gibi, bir an önce bitmesi gereken bir iş gibi oluyor.”
Mehmet Bey başını salladı, ben de devam ettim: “Ya da bir geziye çıksalar… Göz ucuyla bakıyor, ‘hadi burada bir şey yok, gidelim’ diyor. Hâlbuki bir ağacın gölgesinde oturup kuş sesini dinlemek bile bir nimettir. Ama kimse durup fark etmiyor. Doyumsuzluk, bir tatminsizlik var insanlarda. Ve bence bu çağımızın en büyük hastalığı.”
O anda etrafımıza baktım. Çarşının taşlarında koşturan çocuklar vardı, ama ellerinde eski top ya da tahta oyuncak yoktu; hepsi parlayan telefonlara gömülmüş, küçük ekranlarda dünyayı arıyordu. Yan masada oturan gençler kahkahalar atıyorlardı ama yüzlerinde gerçek bir sevinç değil, fotoğrafa yakışacak anlık pozların izleri vardı.
Havuzun kenarında serçeler yine kanat çırpıyordu, ama onları izleyen kimse yoktu. Oysa bir zamanlar, böyle bir tabloya bakıp uzun uzun düşünmek, hayran olmak bile insana huzur verirdi.
Mehmet Bey, sözlerimi dinledikten sonra derin bir nefes aldı. “Evet,” dedi, “haklısın. Sanki insanlık doymaz bir iştaha tutulmuş. İçtikçe susayan, yedikçe aç kalan bir hale geldik.”
O anda, çarşının taşlarının arasından çıkan ince bir ot dalını gördüm. Kimsesiz, küçücük ama inatla göğe doğru uzanıyordu. Gözlerim onda takılı kaldı. Belki de hayatın anlamı buydu: Az şeyle yetinip, elindekine şükrederek ayakta durabilmek.
Ve içimden sessizce geçirdim: “Doyumsuzluk… Belki de insanlığın kendi kendine ördüğü en büyük hapishane.”
Mehmet Bey’in sözlerinden sonra bir süre sustuk. Havuzun suyunda güneş ışıkları kırılıp parıldıyordu. Çarşının kalabalığı, bir ileri bir geri akan bir nehir gibiydi. Ben, derin bir nefes aldım ve düşüncelerimden doğan cümleleri usulca söyledim: “Mehmet Bey,” dedim.
“Buyur Basri hocam,” dedi, dikkatle bana bakarak. “İnsanlar, benim hikâyelerimde anlattığım gibi yaşardı. Elektriksizdi, arabasızdı, telefonsuzdu hayat. Ama onların sevinçleri öyle içtendi ki, gülüşleri adeta vitamin gibiydi. Bir iş olsa el birliğiyle candan sarılırlardı. İş bitince de ‘Allah’a şükür, bitti’ derlerdi. Hem işin bitmesine sevinirlerdi, hem de şükretmeyi unutmazlardı.”
Mehmet Bey, başını onaylarcasına salladı. “Çok doğru söylüyorsun,” dedi.
Ben devam ettim: “Şimdi ise devlet işine girenler, işin kolayını, kaytarma yollarını arıyor. ‘Benim işim çok zor,’ diye şikâyet ediyorlar. Oysa devlet işin zorluğu şeref sayılırdı. Çalışmak, alın teri, insana gurur verirdi.”
Mehmet Bey, biraz yaklaşıp hafifçe sesini alçalttı: “Basri hocam, bizim merkeze gelen memurlar var ya… Gördes’e gelen çoğu, bir yılını doldurunca gitmenin yollarını arıyor. ‘Burada eğlence merkezi yok,’ diyorlar. ‘Tiyatro yok,’ diyorlar. Sanki işine değil de eğlenmeye gelmişler gibi.”
Onun sözleriyle birlikte aklımın penceresinde eski günlerin manzaraları açıldı: Elektriğin olmadığı gecelerde soba başında anlatılan masallar, lambanın ışığında edilen sohbetler, düğünlerde davulun sesiyle sabaha kadar süren oyunlar… O eksiklik, aslında insanların kalbini birbirine yakın kılan bir bolluktu.
Bugünse, bütün ışıklar yanıyor, telefon ekranları avuçlarda parlıyor, arabalar yolları dolduruyor Park yeri bulunmuyor, durmadan Gördes'in içinde bir araba koyacak yer aranıyor, ama yüzlerdeki sevinç eksik. İnsan, çok şeye sahip oldukça sanki elindekilerin tadını unutuyor.
Mehmet Bey derin bir nefes alıp çay bardağını elinde evirip çevirdi.
“Galiba,” dedi, “insan eskiden yokluğun içindeki küçük şeylere şükrettiği için mutluydu. Şimdi ise bolluğun içinde kayboluyor, yetinmeyi bilmediği için mutsuz.”
Ben de sessizce onayladım. Çarşının taşlarının arasında biten küçük ot dalı gözümün önüne geldi yine. Azla yetinip dimdik duran, her şeye rağmen yeşeren…“Peki Mehmet Bey,” dedim, gözlerimi onun gözlerine dikerek, “mutlu olmak ya da tatmin olmak çağımızın şartlarına göre nasıl olur sizce?”Mehmet Bey, sandalyesine biraz daha yaslandı. Çayından son bir yudum aldı, bardağı masaya ağır ağır bıraktı. Derin bir nefes çekti, sanki söyleyeceklerini önce kendi kalbinde yokladı. Sonra yavaş yavaş konuşmaya başladı:
“Basri hocam,” dedi, “mutluluk ne araba, ne telefon, ne de yiyecek bolluğundadır. Onlar hayatı kolaylaştırır ama kalbi doldurmaz. İnsan kalbinin içinde bir boşluk taşıyorsa, ne kadar imkân verse dünya, o boşluk yine dolmaz. Tatmin, şükretmeyi bilen insanın gönlünde olur. Eskiden dedelerin, ninelerin dilinden düşmeyen bir kelime vardı: ‘Elhamdülillah.’ İşte o kelime mutluluğun anahtarıydı.”
Gözleri hafifçe nemlenmiş gibiydi. Devam etti: “Şimdi insanlar her şeyi hazır istiyor, her şeyin en iyisini bekliyor. Ama mutluluk, aslında aza kanaat etmeyi, olanı görmeyi ve sevinmeyi bilmektir. Bir tabak yemek yenir, sonunda ‘Allah razı olsun’ denirse, o sofrada bereket olur. Bir iş yapılır, sonunda ‘şükürler olsun’ denirse, o iş insana huzur getirir. Ama sürekli daha fazlasını istemek, mutluluğu kovalamak gibidir; insan ne kadar koşarsa koşsun yakalayamaz.”
Sözleri, çarşının uğultusu içinde yüreğime işledi. Havuzun suyu güneş ışığında parıldıyor, etrafımızda günlük telaş akıp gidiyordu. Ama o anda zaman durmuş gibiydi. Ben, başımı sallayarak fısıldadım: “Demek ki mutluluk, dışarıda değil, içeride saklı…”
Mehmet Bey gülümsedi, gözlerini kısarak havuz kenarında su içen serçelere baktı.
“Evet Basri hocam,” dedi, “insan kalbini doyurmadıkça dünyanın hiçbir nimeti onu doyurmaz. Mutluluk, kalbine kanaat yerleştirenin payına düşer.”
O anda masamızın üzerinde duran boş çay bardakları bile bana bambaşka göründü. Sanki bir hatırlatma gibiydi: Hayatın kıymeti, çoğu kez gözümüzün önünde ama biz fark etmiyoruz.
Çarşının uğultusu arasında Mehmet Bey’in sözleri kulağımda yankılandı:
“Mutluluk kalbin işidir, eşyanın değil.”
Ve ben, o pazartesi günü, Havuzlu Çarşı’da, eski taşların gölgesinde bir kez daha anladım: Yazmak, yaşamak, hatırlamak ve şükretmek… İşte insanın gerçek zenginliği bunlardı.
YORUMLAR