1 Eylül 2025… Gördes pazarı kurulmuştu. Yazın kavurucu sıcağını geride bırakmaya hazırlanan eylül sabahı, pazar yerinin üzerinde incecik bir serinlik dolaşıyordu. Yeni yapılmış sıcak asfaltın üstünde yürürken ayaklarımın altında taptaze bir yolun ferahlığını hissettim. Köylü pazarı capcanlıydı; tarladan, bağdan, bahçeden ne varsa tezgâhlara taşınmıştı. Bir yanda mis gibi kokan domatesler, öte yanda taze fasulyeler, rengârenk üzümler… Kadınların elleriyle ördüğü sepetler, erkeklerin terle yoğurduğu emekler oradaydı.
İçim sevinçle doldu; üreticinin kendi mahsulünü pazara getirmesi, alın terinin doğrudan tezgâha dökülmesi insana güven veriyordu. Ama bir yandan da kalabalık sıkıyordu, sanki nefes almak için pazarın biraz daha genişlemesi gerekiyordu.
Alışverişim bitince çarşının içlerine doğru yürüdüm. Eski dost esnaflara uğramak adettendi. Timur'un bakkalına vardım. “Gel Basri hoca, biraz otur da sohbet edelim,” dedi. Bakkal dükkânının köşesinde, şeker tenekelerinin gölgesinde oturduk. Çay bardakları masaya kondu. Sohbet, önce gündelik şeylerden açıldı, sonra ağır ağır insanın yüreğine dokunan meseleye vardı: miras.
Timur içini çekti.
— “Kardeşleri birbirine düşüren en büyük dert budur Basri,” dedi.
— “Toprak için, ev için, üç beş kuruşluk mal için nice kardeşler birbirine silah çekti. Bir annenin aynı memesinden süt emmiş evlatları, babalarının gölgesinde diz dize oturmuş çocukları, miras söz konusu olunca düşman kesiliyor.”
Timur konuşurken gözümün önünde çocukluk sahneleri canlandı. Aynı tasta yemek yiyen, bir elmayı bölüşen, tek dilim ekmeği sırayla ısıran kardeşler… Ne olmuştu da yıllar sonra birbirlerinin gözlerine kinle bakar hâle gelmişlerdi? Çocukken birbirine sarılarak uyuyanlar, büyüyünce birbirine kurşun sıkacak noktaya nasıl gelmişti?
O an içim burkuldu. Çünkü miras sadece mal demek değildi; miras, bir annenin emeği, bir babanın hatırası, çocukluğun masumiyeti demekti. İnsan aslında toprak için değil, içinde büyüdüğü yuvayı sahiplenmek için kavga ediyordu. Ama işin sonunda, o kavga ne toprağa huzur bırakıyordu ne de yüreklere.
Bakkaldan çıkarken aklımda tek bir cümle dönüp duruyordu:
“Çocukken aynı elmayı bölüşen kardeşler, büyüyünce aynı sofraya oturamaz oldu. Malın gölgesi, sevginin üstünü örttü.”
Ve ben o gün Gördes pazarında, sebze ve meyve dolu tezgâhların arasında, en çok da bu gerçeği satın aldım: Dünya malı geçiciydi, ama kardeşlik—bir kere kaybedilirse—bir daha geri alınamıyordu.
Timur’un sözleri kulaklarımda çınlarken çarşıdan çıkmaya hazırlanıyordum ki, laf yine döndü dolaştı eski tanıdıklara geldi. Bakkalın önünden geçen yaşlıca bir amcayı gösterdi Timur:
— “Bak şu geçen Hüseyin amca… Eskiden Gördes’in en sayılan, en kalabalık ailesinden biriydi. Martı Ailesi. Bir babaları vardı, rahmetli Osman Ağa. Sert mizaçlı ama adil bir insandı. Toprağı boldu, tarlası çoktu, davarı, bağı bahçesi eksik olmazdı. Çocukları arasında ayrım yapmaz, sofraya otururken hepsinin önüne eşit lokma koyardı.”
Timur'un sesi hüzünle ağırlaştı.
— “Osman Ağa öldükten sonra iş değişti. Büyük oğlan dedi ‘tarlanın yarısı benim hakkım’. Ortanca ‘babam bana daha çok emek verdi’ dedi. Küçüklerse ‘biz niye eziliyoruz’ diye isyan etti. Başta ufak tartışmalarla başlayan bu mesele, kısa zamanda büyük bir ateşe dönüştü. Kardeşler birbirinin kapısını çalmaz oldu. Bayram sofraları boş kaldı. Daha da kötüsü, davalık oldular. Mahkeme koridorlarında, birbirlerinin yüzüne bakmadan konuşan kardeşler gördüm. Bir ara öyle bir noktaya geldi ki, silahlar çekildi. Allah’tan komşular araya girdi de can kaybı olmadı.”
Ben derin bir iç çektim. Gözümün önüne geldi: Çocukken aynı harmanda topaç çeviren, aynı çeşmede su içen kardeşler… Bir babanın gölgesinde tek yürek olanlar… Mal yüzünden bölünüp parça parça olmuştu.
Timur devam etti:
— “Şimdi Hüseyin amca tek başına kaldı. Kardeşlerinden biri Manisa’ya göçtü, biri İzmir’e… Hiçbiri birbirinin cenazesine, düğününe gitmez oldu. Düşün Basri, o koskoca Maetı Ailesi, şimdi paramparça. Kalan miras da ellerinde eridi gitti. Ama kırgınlık kaldı. İşte en büyük kayıp odur.”
Sokağın ucunda kaybolan yaşlı adamın arkasından baktım. Adımlarında derin bir yorgunluk, omuzlarında geçmişin yükü vardı. O an kalbimden bir ses yükseldi:
“Miras kavgaları sonunda malı tüketir, kardeşliği bitirir, geriye sadece pişmanlık bırakır.”
Ve ben o gün, pazarın kalabalığından çıkarken şunu düşündüm: İnsan bazen tarlasını, evini, parasını kaybedebilir; ama en büyük kayıp, kardeşini kaybetmektir.
Martı ailesinin miras kavgası yıllar içinde büyüdükçe büyüdü. O kavgaların en büyük yükünü ise evin anası, Fatma Ana çekti. Saçları ak, elleri nasırlı, yüreği evlat sevgisiyle dolu bu kadın, yıllarca onları aynı sofrada toplamıştı.
Her bayram öncesi kapısının önünde baklava açar, “Evlatlarım gelsin de aynı tepsiye kaşık sallasın” diye dua ederdi. Ama miras kavgası başladığından beri o sofralar boş kalmış, evin duvarlarına sessizlik çökmüştü.
Bir gün komşu kadınlardan biri anlatmıştı:
Fatma Ana, evinin avlusuna oturmuş, önünde boş baklava tepsisi… Gözleri uzaklara dalmış, dudakları titriyordu. Kendi kendine mırıldanıyordu:
— “Ben onları aynı bezden beşiklerde sallamadım mı? Aynı tastan yemek yedirmedim mi? Şimdi nasıl olur da birbirlerine yabancı olurlar?..”
Sesi titredi, gözünden süzülen yaş yere düştü. O damla, sanki toprağın bağrına değil, insanlığın vicdanına düştü.
Yıllar geçti. Fatma Ana vefat ettiğinde kardeşler cenazede bile yan yana duramadılar. Her biri ayrı köşeye çekildi. Tabutun başında bile göz göze gelemediler. En büyük acı işte buydu: Anayı uğurlarken bile kardeşlik yaşatılamamıştı.
Aradan zaman geçti, kardeşlerden biri —Hüseyin— yaşlandığında, çarşının ortasında otururken kendi kendine mırıldanır oldu:
— “Mal da bitti, toprak da… Kardeşlerimden ayrı kaldım. Bir araya gelmek için en güzel fırsat anamızın bayram sofrasıydı, onu da miras kavgasına kurban ettik. Allah affetsin… En çok da anamın gözyaşını unutamıyorum.”
Hüseyin’in gözlerinden yaşlar süzülürken çarşıdaki kalabalık akıp gidiyordu. İnsanlar sebze, meyve peşindeydi; ama Hüseyin’in yüreğinde tek bir pişmanlık vardı: Kaybedilen kardeşlik.
Ve işte ben o an anladım ki; mirasın en ağır yükü, paylaşılamayan mal değil, paylaşılamayan sevgiydi.
Fatma Ana’nın vefatından sonra Marı ailesinin çocukları, artık farklı şehirlere savrulmuştu. Bayramlarda kapılar kapalı, düğünlerde sandalyeler boş kalıyordu. Sanki aynı kökten çıkan dallar, rüzgârda kopup ayrı yönlere savrulmuştu.
Bir gün köy kahvesinde biri şöyle dedi:
— “Aynı kuyudan su içen kardeşlerdi bunlar. Ama kuyuya koca bir taş düştü. Şimdi o su bulanık, kimse kana kana içemiyor.”
Herkes başını salladı. Çünkü herkes biliyordu: O taş, miras kavgasıydı.
Hüseyin yaşlandıkça pişmanlığı arttı. Torunları bile büyüyüp başka şehirlere gidince, yalnızlık onu daha çok ezdi. Bir akşamüstü çeşme başında, elinde kırık bir testiyi uzun uzun seyrederken içini çekti:
— “İşte bizim kardeşlik de böyle oldu. Testi bir kere kırıldı mı, ustası da olsa aynı sağlamlıkla tutmaz. Su kaçar, geriye kuru bir çömlek kalır.”
O günden sonra ne o kardeşler yeniden bir sofraya oturdu, ne de evlerinin duvarlarında şenlikli sesler duyuldu. İnsanların hafızasında sadece bir annenin gözyaşları ve bir babanın mirasının gölgesi kaldı.
Ve hikâyenin sonunda ibret şuydu:
Mal kalır, insan göçer. Toprak yeşerir, bina yıkılır. Ama kardeşlik bir kere kayboldu mu, geri dönmez. Çünkü delinmiş bir su kabı gibi, ne kadar doldursan da tutmaz.
YORUMLAR