Basri GÜLER

Basri GÜLER

basriguler58@yaani.com

Gördes'e İnen Yol

04 Aralık 2025 - 11:09 - Güncelleme: 04 Aralık 2025 - 11:22

       Gördes’in kuzeyindeki dağ köylerinden biri, sabah sisine bürünmüş, çamların arası tütüyordu. Tavukların gagladığı avluda, bir köşede yığılı odunlar hâlâ Ali Dede’nin el emeğini taşıyordu. Ama o odunlara el sürecek güç artık kalmamıştı.
     Dudu Ebe, sacın başında mısır ekmeğini çevirdi, ocaktaki közün çıtırtısını dinledi. Üfleyip “Hadi bakalım,” dedi kendi kendine, “bugün de nasibimize ne varsa…” Sonra içeriden, derin bir öksürük sesi geldi.
— Ali, iyi misin hele?
— İyiyem gari, azıcık boğazıma kaçtı. Sıcak çorbayı içeydim daha iyiydi.
     Dudu Ebe elindeki kepçeyi duvara dayayıp içeri girdi. Yorganın altında büzülmüş, sakalları ağarmış, ama gözleri hâlâ dirayetli bir adam yatıyordu. Yüzünde, hem köyün soğuğuna hem hayatın cefasına bulanmış bir ifade vardı.
— Bak Ali, ben sana ne diyorum günlerdir… Bizim burda ne işimiz var artık? Ne gençlik kaldı, ne güç. Hekim desen yok, eczane yok. Yarına çıkacağımız meçhul.
— Eh, haklısın Dudu’m. Amma da kolay mı bunca senenin hatırasını bırakmak? Şu dağlar, şu keçiler, şu taş ev…
— Taş ev dediğin de çatısından su alıyor Ali! Dün gece yastığım ıslaktı sabaha kadar!
— Ya, doğru diyorsun. Benim de dizlerim buz kesmişti.
           Bir sessizlik çöktü aralarına. Yalnız, pencereden içeri giren sabah güneşi, Ali Dede’nin yüzüne vurdu. Dudu Ebe o ışığın altında eşine baktı; bir zamanlar dağları yürüyerek aşan o delikanlının şimdi kalkmaya mecali yoktu.
— Hani sen Ankara’nın köyünden gelmiştin buralara. Gençtin, delikanlıydın. Ben de sana Bandırma’dan gelin gelmiştim. Yabancıydık birbirimize ama bir ömür ettik. Şimdi ikimiz de garibiz buralarda.
— E, garipliğin sonu da Gördes olur gayri, dedi Ali Dede hafifçe gülümseyerek.
— He ya! Gördes’in kenarında bir bahçeli ev varmış. Merdivensizmiş. Yatarsak, kalkarsak kolay olur. Bahçesine de domates, biber ekeriz.
— Bahçesi var mı dedin?
— Var, bir dönüm diyorlar. Hem suyu da yakınmış.
— E o zaman tamam. Satalım şu keçileri, koyunları. Tarla da gitsin. Zaten işleyemiyoruz.
— Satacağız Ali, satacağız. Yaşlıya köyde kıymet mi kalmış? Gençler bile zor geçiniyor.
          O anda dışarıdan bir keçi meledi. Dudu Ebe’nin yüreği burkuldu. Onlara yıllardır arkadaşlık eden hayvanlar, sanki bu konuşmayı duymuş gibi sesleniyordu.
— Vah gariplerim, dedi. Şunlara da yazık olacak ama neylersin…
— Her canlı bir gün ayrılır Dudu’m. İnsan da, hayvan da. Bizim yolumuz şimdi aşağı, Gördes’e doğru.
        Bir hafta sonra köyün meydanında küçük bir kalabalık toplandı. Ali Dede ile Dudu Ebe’nin malları satılıyordu. Bir yanda keçiler, bir yanda saban, orak, kazma, kürek… Hepsi bir ömürden kalma izlerdi. Köylüler kimi sessiz, kimi üzgün bakıyordu.
— Yazık, dedi biri.
— Vakti geldi, dedi bir diğeri.
Akşam üzeri, elde kalan son eşyaları da traktör kasasına yüklediler. Güneş batarken, köyün dar yolundan aşağı inerken Dudu Ebe son kez arkasına baktı.
— Elveda bizim dağlar…
— Hakkını helal et köy, dedi Ali Dede, dudakları titreyerek.
          Yollar uzundu ama umut vardı içlerinde. Gördes’e vardıklarında, bahçeli evin kapısı önlerinde açıldı. Beyaz badanalı, tek katlı, merdivensiz, küçük bir evdi. Bahçesinde nar ağacı vardı; dallarında hâlâ birkaç meyve asılı duruyordu.
— İşte Dudu’m, burası cennet gibi.
— Cennet mi bilmem ama huzur kokuyor.
         Bir süre sonra mahalleli onları tanıdı. “Ali Dede, Dudu Ebe” diye çağırdılar. Bahçeden topladıkları sebzeleri paylaştılar, birlikte çay içtiler.
         Akşamları, küçük lambanın ışığında Ali Dede Kur’an okurdu. Gözlüğünü burnunun ucuna indirir, her kelimeyi titizlikle mırıldanırdı. Dudu Ebe de yanına oturur, tespihni çeker, dua ederdi.
     Ve o anlarda, her şeyden arınmış iki yürek, dağların sessizliğinden şehrin kenarına inmiş, ama huzuru yeniden bulmuştu.
       Bir dönüm bahçeli ev, artık onların dünyasıydı
Gördes’in kenarındaki o bahçeli ev, artık Dudu Ebe ile Ali Dede’nin yeni yurdu olmuştu. Baharın ilk ışıklarıyla birlikte Dudu Ebe, başına beyaz yazmasını bağlar, sabahın serinliğinde bahçeye çıkardı. Toprak henüz çiğ tutardı; ıslak, bereket kokan o toprak, onun ellerine yapıştıkça içi sevinçle dolar, dili kendiliğinden duaya dururdu.
— Hadi bakalım benim can domateslerim, dedi bir sabah. Gözünü aç da güneşi gör hele. Allah sizi büyütsün, ben de sizinle büyüyeceğim gari.
       Toprakla konuşurdu Dudu Ebe. Biberlere naz eder, patlıcanlara dua okur, fasulyeleri sever gibi okşardı. Bahçenin kenarındaki o eski taş pınar da onun sesini dinler gibiydi. Suyu berraktı, soğuktu, billur gibiydi. Baharın ortasında bile hiç kesilmezdi o su.
Mahalleli derdi ki:
— Dudu Ebe’nin duası değmese, bu pınar çoktan kururdu. Gerçekten de su son yıllarda eskisinden daha gür akmaya başlamıştı. Ali Dede bile şaşardı buna:
— Dudu’m, vallahi senin dilin bereketli. Bu pınar seninle can buldu sanki.
— Estağfurullah Ali, biz ne yaparız ki? Veren Allah, biz sadece ekeniz.
— Ama sen ekiyorsun da gönlünle ekiyorsun, o başka.
          Dudu Ebe’nin elleri nasırlıydı ama o nasırların içinde bir sevgi vardı. “Çıkı” dediği bez torbalarda ata tohumlarını saklardı. Bezlerin kokusu bile toprak gibi olurdu.
— Bunlar benim nenemden kalmadır, derdi. Bunların tohumu Allah bereketli eylemiş. Ne zaman ekerim, illa bir fazlası çıkar.
            Gerçekten de bahçede yetişen her şeyin tadı bir başkaydı. Domatesin kokusu uzaklardan duyulurdu; biberler ince, uzun, mis kokuluydu. Patlıcanlar mor değil, neredeyse laciverte çalan bir renkteydi.
         Bir gün mahalleli kadınlardan Şerife abla geldi. Elinde küçük bir sepet vardı.
— Dudu bacım, şu senin domateslerden alayım mı?
— Al gızım, ne olacak, Allah bereket versin, al ye gari.
— Olmaz öyle şey! Geçen gün de biber aldım, patlıcan aldım. Al şu parasını, helalinden olsun.
— Ne parası Şerife, komşuyuz ya, bereketi paylaştık işte.
— Yok bacım, hakkını almazsan bereketi kaçar derler.
         Zamanla mahalleli alıştı buna. Kimisi para bırakır, kimisi kendi yaptığı erişteyi, turşusunu getirirdi. Böylece Dudu Ebe ile Ali Dede’nin sofrası hiç boş kalmadı.
        Ali Dede, ikindiden sonra eski mindere oturur, eline tespihini alır, bahçeye bakarak derin derin düşünürdü.
— Görüyor musun Dudu’m, şu toprak bize ne güzel bakıyor. Sanki evlat gibi.
— Toprakla konuşursan o da seni duyar Ali. Onu seversen o da seni sever.
     Bir gün, akşam güneşi bahçeye altın gibi dökülürken, Ali Dede pınarın başında ellerini açtı.
— Allah’ım, dedi, senin lütfunla geçiniyoruz. Ne ektiysek fazlasıyla bitti. Her günümüz bir öncekinden bereketli. Dudu Ebe de onun yanına geldi, ellerini birleştirip gözlerini gökyüzüne dikti.
— Ya Rab, bizden razı ol. Bu suyu eksik etme, bu toprağı kurutma.
      O gece sabaha kadar uyumadılar. Ufak lambanın ışığında dua ettiler, Kur’an okudular. Arada bir Ali Dede’nin sesi titredi:
— Allah’ım, ne büyüksün sen… Biz bir lokma istedik, sen soframızı doldurdun.
      Ve sanki duaları duyulmuştu. Ertesi sabah, bahçenin ortasında yeni bir su gözü belirivermişti. Küçücük, ama berrak bir damla… Dudu Ebe suyu avucuna aldı, alnına sürdü.
— Gördün mü Ali, dedi, Rabbim yine lütfetti.
      O gün bütün mahalle, onların bahçesine geldi. Kimisi su getirdi, kimisi dua etti. Herkes o suyun başında bir huzur buldu.
Dudu Ebe sessizce gülümsedi.
— Ben demem mi size, Allah’ın adıyla ektiğin tohum hiç kurur mu?
O günden sonra mahalleli, Dudu Ebe’nin bahçesini “Bereket Bahçesi” diye anmaya başladı.
     Gördes’in serin bir sabahıydı. Güneş, nar ağacının dallarına usulca dokunuyor, bahçedeki pınardan suyun şırıltısı geliyordu. Dudu Ebe her zamanki gibi erkenden kalkmış, sabah duasını etmişti. Fakat o sabah bir sessizlik vardı evin içinde.
“Ali?” diye seslendi, odanın kapısından içeriye eğilerek. Cevap gelmedi. Yaklaştı, yavaşça yorganı araladı. Ali Dede’nin yüzü solgundu, alnı ter içindeydi. Gözlerini açmakta zorlanıyordu.
— Ali! Ne oldu sana be goca?
— Dudu… içim yanıyor, dizlerim tutmaz oldu…
— Aman Allah’ım… dur hele, biraz su vereyim.
      Kavanozdan bir bardak su doldurdu. Su, pınardan yeni doldurulmuştu. Bardak titreyen ellerinde dökülüyordu neredeyse.
— Al iç hele, azıcık iyi gelir belki.
Ali Dede bir yudum aldı, başını yastığa koydu.
— Dudu’m… galiba bu sefer yol uzun olacak.
Dudu Ebe’nin kalbine bıçak gibi saplandı o söz.
— Ne diyorsun sen Ali? Daha bahar gelecek, tohum ekeceğiz.
— Benim baharım geçti hatunum. Toprak artık beni çağırıyor.
     Dudu Ebe gözyaşlarını tutamadı. Başucuna oturdu, elini tuttu.
— Sen daha dua okuyacaktın bana, hani “Yasin”i birlikte bitirecektik?
— Oku sen Dudu… ben dinlerim.
Evin içinde bir sessizlik, dışarıda rüzgârın yapraklarla fısıltısı vardı. Dudu Ebe, eline Kur’an’ı aldı, gözlüğünü taktı. İnce sesiyle okumaya başladı:
 “Her nefis ölümü tadacaktır.
        Ali Dede’nin dudakları kıpırdadı. Her ayeti duyar gibi oluyordu. Arada nefesi kesiliyor, sonra derin bir solukla geri dönüyordu. Öğleye doğru mahalleli haberi duydu. Şerife Abla, Hüseyin Ağa, küçük Ayşe koşarak geldiler.
— Ne oldu Dudu bacım?
— Ali’m hastalandı, sabah kalkamadı.
— Doktor çağıralım mı?
— Çağırdık, ama ne fayda… kaderin hükmü gelince doktor da elden bir şey gelmez.
       Komşular o gün bahçede dualar ettiler. Herkes elinden geleni yaptı ama Ali Dede’nin nefesi her geçen saat kısalıyordu. Akşamüzeri Dudu Ebe’nin yüreğine bir ağırlık çöktü.
— Ya Rab, dedim, benim ömrümden al, ona ver…
Ama kaderin dili susmazdı.
     Cuma sabahı, ezan sesi Gördes’in üstüne dolanırken, Ali Dede yavaşça gözlerini açtı. Pencerenin önünde duran Dudu Ebe’ye baktı.
— Dudu…
— Buradayım Ali’m, başucundayım.
— Dudu, ahirete yolculuk yakın.
— Sus be, öyle deme. Allah büyük, iyileşirsin inşallah.
— Yok Dudu, ben gidiyorum. Yalnız korkma. Seni ben Allah’a emanet ediyorum. O seni hiç yalnız bırakmaz.
       Dudu Ebe’nin gözleri doldu, dizlerinin bağı çözüldü.
— Ali, gitme… sensiz ne yaparım ben?
— Bahçeye bakarsın. O pınar akarsa, ben oradayım demektir.
— Ali…
— Dudu… Hakkını helal et.
      Ve sonra dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Bir nefes aldı, bir daha vermedi.
Sessizlik… Sadece pınarın suyu aktı dışarıda, sanki hüzünle ağlıyordu. Dudu Ebe’nin feryadı, evin duvarlarında yankılandı:
— Aliiii! Goca’m, beni sensiz bırakma Allah’ım!
       Komşular koştu, kadınlar koluna girdi. Şerife Abla sarıldı ona:
— Dudu bacım, sabır et. Allah emanetini aldı.
— Benim canımın yarısı gitti Şerife, nefesim yarım kaldı.
        Günler geçti, Gördes’in bahçeli evi sessizleşti. Ama Dudu Ebe yine her sabah kalktı, başörtüsünü bağladı, pınarın yanına gitti. Pınarın suyu o günden sonra daha da gür akmaya başladı. Kim görse şaşardı. Küçük Ayşe bir gün merakla sordu:
— Dudu Ebe, bu su niye hiç kesilmez?
— Çünkü o su, Ali’nin duasıdır yavrum. O, pınarın sesinde hâlâ beni bekler.
       Her cuma sabahı Dudu Ebe, pınarın yanına oturur, Kur’an okur, Ali Dede’ye dua ederdi. Toprağa bastıkça, sanki onun ayak izlerine dokunuyordu.
        Bir yaz akşamı, güneş batarken mahalleli bahçeye uğradı. Dudu Ebe orada, elinde tespihiyle oturuyordu. Başını kaldırdı, gülümsedi.
— Ali’m, ben hazırım, dedi usulca.
     O gece, o da sessizce Rabbine kavuştu. Sabah olduğunda, bahçenin üzerinde bir koku vardı; toprak, yağmur ve dua kokusu…
     Mahalleli onu, Ali Dede’nin yanına, Aşağı Gördes'te mezarının kenarına gömdü. Pınarın suyu o günden beri hiç kesilmedi.
      Şimdi Gördes’te biri o bahçenin önünden geçerken suyun sesini dinlerse, iki ses duyulur gibi olur:  Biri Dudu Ebe’nin duası, Diğeri Ali Dede’nin selâmı…
      Ve hâlâ o bahçe “Bereket Bahçesi” diye anılır. Çünkü orada hem dua kök salmıştır, hem de sevgi toprağa karışmıştır. 

Bu yazı 51 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum