Basri GÜLER

Basri GÜLER

basriguler58@yaani.com

Çocukların Elini Ne Sıkı Ne Gevşek Tutun

13 Kasım 2025 - 21:54 - Güncelleme: 13 Kasım 2025 - 21:55

        Demirci’nin sabah ayazı yüzüme vururken fabrika sireninin sesi kulaklarımda çınlıyordu. Henüz gün doğmamıştı, ama halı fabrikasının demir kapısından giren onlarca işçi gibi ben de vardiyanın içine karışıyordum. İçerideki hava ağırdı; yün kokusu, iplik tozu, makinelerin homurtusu… İnsan nefes aldıkça boğazına oturuyordu.
         “Hamit, hele çabuk ol, şu topak iplikler birikti!” dedi yan tezgâhtan Ramazan abi. Yüzünde yılların çizgileri vardı, ama gözleri hâlâ çalışmaya alışmış bir mahkûm gibi aynı telaşla parlıyordu.
          Ben de aceleyle eğildim, iplikleri toparlarken aklımda hep aynı şey: eve götürülecek ekmek parası. Asgari ücret yetmiyordu ama başka çarem yoktu.
          Akşam eve vardığımda Aynur kapıda bekliyordu. Elinde Dilek’in çantası vardı, gözleri hafif yorgun ama yine de umut doluydu.
“Hoş geldin Hamit,” dedi hafif gülümseyerek.
“Hoş bulduk Aynur. Dilek nerede?”
“Odada, resim yapıyor. Bugün öğretmeni ödev vermiş, dedim babası gelince beraber yaparsınız.”
         Bu sözleri duyunca içimden bir burukluk geçti. Çünkü kendi çocukluğum geldi aklıma… Bizim zamanımızda ödev yapacak kimse yanımızda olmamıştı.
         O sırada Dilek koşarak geldi, elinde pastel boyalarla. “Baba! Çiçek çizdim, bak bak! Rengini doğru yapmış mıyım?”
         Diz çöktüm, kâğıda baktım. Renkler karmakarışıktı ama o kadar içten çizilmişti ki gözlerim doldu. “Çok güzel kızım, sen dünyanın en güzel çiçeklerini yapmışsın.”
        Aynur bize bakıyordu, gözlerinde gizli bir sevinç vardı. Ama aynı zamanda bir soru da gizleniyordu o bakışlarda:
“Hamit, kızımızın küçüklüğünü biz nasıl yaşatacağız? Sen yoruluyorsun, ben de evde hep onunla uğraşıyorum. Senin çocukluğun gibi olmasın diye uğraşıyoruz ama…”
        Bir an sustum. İçimden annemin sert sesi yankılandı: “Git bakkaldan ekmek al, yok para başka bir şey isteme!”
Babamın tok ve kesin emirleri… “Berbere git, traşını ol, büyük adamsın artık!”
       On yaşında bir çocuğa söylenmiş sözlerdi bunlar. Oysa ben sadece biraz oyun, biraz sevgi istemiştim.
       Dilek defterini önüme koydu, gözleri pırıl pırıl bana bakıyordu: “Baba, hadi çizer misin sen de?”
        Kalemi elime aldım, ama elim titredi. Çocukluğumda babamla hiç böyle bir şey yapmamıştım. İlk kez kendi çocuğumla, küçücük masanın başında resim yaparken içimde hem buruk bir sızı, hem de tarifsiz bir mutluluk vardı.
Aynur sessizce yanımıza oturdu, fısıldadı:
“Bizim geçmişimiz zordu Hamit… Ama onunki öyle olmayacak, değil mi?”
        Başımı salladım, gözlerim dolmuştu.
“Olmayacak Aynur… Olmasın diye çalışıyorum işte. Tozun içinde, gürültünün içinde… Ama onun yüzü gülsün diye.”
          Dilek gülerek kâğıda kocaman bir güneş çizdi. “Bak baba! Hepimiz için güneş!”
        Ben de kalemi alıp yanına bir ev çizdim. O evin içinde biz vardık: ben, Aynur ve küçük Dilek. Çocukken hiç çizemediğim, hiç yaşayamadığım o sıcak yuva…
        Yıllar hızlı geçti. Günler birbirini kovaladı, aylar yıllara eklendi. Küçük Dilek, artık dokuz yaşına gelmişti. Okula gidiyordu, çantasını sırtına takıyor, defterlerini düzenliyor, ama hâlâ tek başına adım atmaktan çekiniyordu.
        Her sabah, Aynur elinden tutar, birlikte okul yolunu yürürlerdi. Mahallede herkes bu manzaraya alışmıştı.
“Dilek büyüdü ama hâlâ annesinin eteğini bırakmaz,” diye fısıldaşanlar olurdu.
        Bir sabah Aynur, mutfaktan seslendi:
“Dilek kızım, bakkaldan ekmek alıver. Bak çok yakın, hemen köşede.”
        Dilek kapının önünde kaldı, gözlerini yere dikti.
“Anne, tek başıma gidemem… Sen de gel.”
Aynur biraz sert ama sabırlı bir sesle konuştu:
“Kızım, korkacak ne var? Bakkal gözümüzün önünde. Sen büyüdün artık, koca dördüncü sınıfa gidiyorsun.”
        Ama Dilek’in gözleri dolmuştu.
“Anne… Yalnız korkarım. Yolda biri bakarsa bana, ya kaybolursam? Ne olur sen gel…”
       Bu sözleri duyunca ben, köşedeki eski koltuktan kalktım. Elimde gazeteyi katlayıp cebime koydum, ağır adımlarla yanlarına geldim.
“Ne oluyor burada?” diye sordum.
       Aynur hafifçe başını salladı.
“Ekmek almaya gönderiyorum, gitmiyor Hamit. Hep elimden tutmak istiyor. Okula giderken de böyle.”
       Bir an içime bir kor düştü. Çünkü kendi çocukluğum geldi aklıma. Babamın kalın sesi hâlâ kulaklarımdaydı:
“Git bakkaldan ekmek al! Hadi çabuk!”
O zaman daha altı yaşındaydım. Annem arkamdan seslenmişti:
“Koş oğlum, paran düşmesin!”
Ben korkmuştum ama kimse dönüp bakmamıştı, kimse elimden tutmamıştı. Yalnız gitmiştim.
        Dilek’in gözyaşlı yüzüne akarken, Aynur’un kaygılı bakışlarını gördüm. İçimden dedim:
“Biz çocukken yalnız bırakıldık. Şimdi ise bizim kızımız tek başına bir adım atamıyor. Bu da başka bir yara…”
         Diz çöktüm, Dilek’in göz hizasına geldim.
“Kızım,” dedim yumuşak bir sesle, “sen cesur olacaksın. Ama cesur olmak demek yalnız kalmak değil. Bak, bakkal şuracıkta. Hadi sen git, biz de pencerenin ardından seni izleyeceğiz. Ne dersin?”
         Dilek tereddütle gözlerime baktı. Dudaklarını ısırdı.
“Gerçekten bakacak mısınız?”
“Evet kızım,” dedim. “Hem ben bakacağım, hem annen. Bir şey olsa hemen koşarız.”
Aynur da ekledi: “Dilek’im, biz sana güveniyoruz. Sen de kendine güven.”
         Dilek usulca başını salladı. Küçük adımlarla kapıya yöneldi. Eline parayı sıkıca tutmuştu. Kapıdan çıkarken arkasına döndü:
“Baba, bakıyorsun değil mi?”
“Bakıyorum kızım,” dedim, elimle kalbimi gösterdim.
         Biz pencerenin önünden izliyorduk. Dilek köşeyi dönene kadar yürüdü, bakkala girdi. O küçücük gövdesi, rafların arasında kayboldu. Kalbim küt küt atıyordu, sanki ben gidiyormuşum gibi. Birkaç dakika sonra elinde ekmekle çıktı. Koşarak eve geldi, kapıyı çaldı.
Aynur açtı kapıyı, Dilek nefes nefese ekmeği uzattı.
“Anne… başardım!”
          O an gözlerimden yaş süzüldü. Çünkü geçmişimle bugünü yan yana koydum: Benim çocukluğumda üzerime yüklenen yalnızlık, onun çocukluğunda gölgesini korkuya bırakmıştı.
Aynur bana baktı, sessizce fısıldadı:
“Hamit, demek ki çocuklukta ne yaşarsak, büyüyünce izleri kalıyor…”
         Ben de başımı salladım.
“Doğru dedin Aynur. Biz yalnızlıktan yaralı kaldık. O ise yalnızlıktan korkuyor. İkisini de dengelemek lazım. Ama bu kez, kızımızı yarı yolda bırakmayacağız.”
         Dilek o sırada ekmeği bölüp hepimize pay etti. Küçük elleriyle bana uzattığında, içimden geçirdim:
“Belki de asıl ekmek, çocukla anne-babanın güvenle birbirine uzattığı bu küçük paylaşımlardır…”
Sabah güneşi Demirci’nin dar sokaklarına düşerken, okulun önünde alışılmadık bir kalabalık vardı. Öğrencilerden çok veliler birikmişti kapının önünde. Çocuklarını bırakıyor ama sonra da ayrılmıyorlardı. Kimi arabasının camına yaslanmış bekliyordu, kimi motorunun üstünde, kimi de yaya olarak kenarda dikilmişti.
          Aynur her zamanki gibi Dilek’in elini sıkıca tutuyordu. Dilek çantasını sırtlamış, başını öne eğmiş, sanki kalabalıktan utanıyordu.
          O sırada yanlarına saçları örtülü, gözleri yorgun ama sevecen bir kadın yaklaştı. Sesini alçaltarak konuştu:
“Kolay gelsin hanım. Siz ödevleri nasıl yaptırıyorsunuz kızınıza? Bizimki hiç oturmuyor. Ben ağzına kaşıkla yemek verir gibi tek tek yaptırıyorum.”
         Aynur mahcup bir tebessümle karşılık verdi:
“Bizde de öyle abla. Babası diyor ki: ‘Hadi kızım, çabuk ödevini yap, sonra sana telefonu vereceğim, oynarsın.’ Öyle motive etmeye çalışıyoruz. Ama bazen düşünüyorum; ödevi biz mi yapıyoruz, o mu? Bilemiyorum vallahi.”
        Kadın başını salladı, derin bir iç çekti.
“Aynısı bizde de var. Kendi başına hiçbir yere gitmiyor. İlla benim elimden tutacak. Çarşıya gidecek, markete uğrayacak, her şeyde elimden çekiştiriyor. Bu böyle nasıl olacak bilmiyorum.”
        Aynur, Dilek’in minik elini avucunda sıktı, gözleri dolu dolu oldu. Kendi annesini düşündü, nasıl sert ve mesafeli olduğunu… Oysa kendisi kızını korudukça koruyor, yanından ayırmıyordu. Ama şimdi soruyordu içinden:
“Acaba ben de fazla mı koruyorum? Ona iyilik mi yapıyorum, kötülük mü?”
         O sırada zil çaldı, öğrenciler telaşla içeri girmeye başladı. Kalabalık veliler ise hâlâ kapıda bekliyordu. Kimisi “çocuğum girsin öyle gideyim” diyordu, kimisi içten içe ayrılmaya kıyamıyordu.
         Dilek annesinin eline daha da sıkı sarıldı:
“Anne, sen gitme, burada dur tamam mı?”
“Dururum kızım,” dedi Aynur, ama sesi titriyordu.
         Çocuklar içeri doluşurken, kapının önündeki anneler birbirine baktı. Ortak bir dert vardı yüzlerinde: kendi kanatlarıyla uçmayı bilmeyen çocuklar…
          Aynur derin bir nefes aldı, gözleri kalabalıkta kaybolan Dilek’in ardından sabitlendi. İçinden geçirdi: “Biz anneler hep yanlarında olacağız diye çocuklarımız, kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenemeyecek mi? Bizim çocukluğumuzda yalnızlık çoktu, şimdiyse fazlasıyla koruma var. İkisinin ortası nerede acaba?”
         Cumartesi akşamıydı. Sofra kurulmuş, mis gibi yemek kokuları eve yayılmıştı. O gün Hacı Mehmet ile Hacı Fatma, torun hasretiyle Hamit’in evine gelmişlerdi. Dilek sevinçle dedesinin boynuna sarılmış, ninesinin dizine oturmuştu.
          Yemek öncesi salonda oturulurken Hacı Mehmet birden torununa dönüp gür sesiyle konuştu:  “Hadi güzel kuzum, çarşıya git de bana iki gazete al gel.”
Dilek önce şaşırdı, sonra ürkek bir sesle cevap verdi: “Olur dedeciğim… Ama… yalnız gitmeyeyim, annem de gelsin olur mu?”
          Hacı Mehmet’in yüzünde sert ama kırılgan bir ifade belirdi. Bir an susup torununa baktı, sonra elini sallayarak: “Gitme kızım, boş ver…” dedi.
         Ortama sessizlik çöktü. Ardından yemek sırasında sözü tekrar açtı:
“Oğlum,” dedi Hamit dönerek, “bakın böyle olmaz. Kızın özgüveni yok. Bir yere gidip kendi başına bir şey alamıyor. Bu korku çok… İleride de önünü kapatır.”
          Hamit başını öne eğdi. Çocukluğunu düşündü. Babasının onu küçücük yaşta bakkala gönderişini, yalnızlığını, titreyen ellerini… Şimdi ise tam tersiydi: Kızı tek başına adım atamıyordu.
          Aynur söze karıştı, hafif titrek sesiyle:
“Biz yanından ayrılmak istemedik baba. Yalnız kalsın istemedik. Ama farkındayım… belki de fazla koruduk.”
         Hacı Fatma sofrada kaşığını bıraktı, torununa sevgiyle bakarak söze girdi:
“ÇOCUK, ELİNDEKİ KUŞA BENZER EVLADIM. EĞER ÇOK SIKAR, AVUCUNA HAPSEDERSEN, NEFES ALAMAZ, ÖLÜR. AMA GEVŞEK BIRAKIRSAN DA UÇAR, KAYBOLUR. İKİSİNİN ORTASINI BİLMEK GEREK. NE GEVŞEK, NE SIKI… KIVAMINDA TUTACAKSINIZ.”
          Dilek, dedesiyle ninesinin sözlerini dinlerken gözleri büyüdü. Başını annesine çevirdi:
“Anne, ben kuş muyum?”
         Herkes güldü. Aynur kızının saçlarını okşadı:
“Evet kızım, sen bizim kuşumuzsun. Ama biz seni ne boğacağız ne de uçurup kaybedeceğiz. Doğru zamanı gelince kendi kanatlarınla uçmayı öğreneceksin.”
         Hamit derin bir nefes aldı, gözlerini babasına dikti: “Baba, sen bizi küçükken çok erken saldın. Kendi başımıza kaldık, zorlandık. Ben de bu yüzden kızımı yanımdan ayırmadım. Ama şimdi anlıyorum, fazla korumak da doğru değilmiş. Dengeyi bulmamız lazım.”
         Hacı Mehmet ilk kez oğlunun sözlerini sessizce dinledi. Yüzünde hem pişmanlığın hem de gururun çizgileri belirdi. “Her babanın yanlışı olur oğlum,” dedi. “Mühim olan, kendi çocuğuna aynı yanlışı yapmamaktır.”
Dilek o sırada utangaç bir gülümsemeyle araya girdi: “Dedeciğim, yarın senin için gazete alabilirim… Ama sen pencereden bak, ben de sana el sallayayım olur mu?”
          O anda sofradaki herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Hacı Fatma gülerek torununu kucakladı: “Bakın işte, kuş kanat çırpmaya niyetlenmiş. Yavaş yavaş, adım adım olacak bu.”
          Yemek, koyu sohbetlerle devam etti. Çatal kaşık sesleri arasında kalplere işleyen tek gerçek şuydu: Çocuk yetiştirmek, ne yalnız bırakmak, ne de gölge gibi yapışmaktı. Kuşu özgürlüğe hazırlamak, ama düşmesin diye avuçta hissettirmekti.
         Hamit, o akşam kızının gözlerinde ilk kez bir cesaret kıvılcımı gördü. İçinden geçirdi:
“Bizim yarım kalan çocukluğumuz, belki de onun tam çocukluğunda tamamlanacak.”

Bu yazı 165 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum