Balkan Gezimiz-X

Hüseyin TUNÇAY htuncay45@gmail.com

KAVALA
            Bir Acayip “Hoş Geldiniz” Levhası!!!
            Otobüsümüzle yokuş aşağı iniyoruz. Masmavi denizin kenarındaki  Kavala’yı görmeye başladık. Rehberimiz, taşıtların yavaşlamak zorunda olduğu virajın sağ tarafına, özenle  yerleştirilen büyükçe bir tabelaya dikkatimizi çekiyor. Mavi zemin üzerine yerleştirilen, beyaza boyanmış  Kıbrıs haritası üzerinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bulunduğu alan kırmızıya boyanarak, aşağıya doğru akan kan damlalarıyla tasvir edilip, farklı dillerde; “Kıbrıs’ı unutmadık”, “Türk işgalciler dışarı!” ifadeleri yazılmış. Bu olayı araştırırken gördüm ki, aynı tabelalar  Dedeağaç, Selanik gibi şehirlerin otoyol giriş ve çıkışlarına da yerleştirilmiş. Misafirperliğe sığmayan bu karşılama, en hafif tabirle çok kaba ve yakışıksız.
            Hoş bulmadım Kavala!!! 
            Tarihe yolculuk yaparak,  Yavru Vatan’ı kanla tasvir edenlerin günah galerisinden iki olayı paylaşarak bu bahsi Atsız Atamla bitireceğim!!!
            “Abdulhalim Efendi, Servet-i Fünun ve Millî Edebiyatın içinde yer almış ünlü Türk yazar Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun (1970’li yılların başında, okuduğumuz ortaokul Türkçe ders kitabımızdaki ‘Ayşe Kızla Vato’ hikâyesinde Gördes halısını ve kıymetini anlatan yazarımız.) (1) dedesidir. Uzun süre Mora’da müftülük yapmış Müftüoğlu ailesinin Mora’da bulunan son temsilcilerindendir. Abdulhalim Efendi, Mora isyanı sırasında isyancı Rumlar tarafından sakalına ve üzerine gaz yağı ve reçine dökülerek vahşice yakılmıştır. Abdulhalim Efendi’nin eşi ve kızı da gözleri oyularak öldürülmüştür.” (2)
            Rumların, Kıbrıs Türklerine yönelik Erenköy saldırılarına son vermek maksadıyla Türkiye'nin 8 Ağustos 1964'te gerçekleştirdiği hava harekatında uçağının düşmesi sonucu esir alınıp işkenceyle şehit edilen Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel'in naaşını teslim alan görevli uzman,  o anları göz yaşları içinde şöyle anlattı: “Cengiz Topel'in insanlık dışı işkencelere maruz kalmış cenazesini teslim aldım. Gördüklerim karşısında günlerce ağladım. Vücudunun bütün organlarında işkence izleri vardı. Yara, kırık ve eziklerle doluydu. Cengiz Topel, insanlık dışı işkencelere maruz kalmıştı. Bu insanlık dışı işkence halen gözlerimin önündedir.” (3)
            Kıbrıs davasının lideri ve yılmaz müdafii (TMT’deki adıyla Toros’u) Rauf Denktaş’ı, Dr. Fazıl Küçük’ü, ilk hava harp şehidimiz Cengiz Topel’i, Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) ve kahraman ordumuzun şehitlerini minnet ve rahmetle anıyorum.
            Atsı Atam diyor ki:
            “Bir gün olur, elbette eski beğler dirilir;
            Yine kılıç kuşanır tarihteki paşalar.
            Yine şanlar alınıp nice canlar verilir,
            Yiğit akınımızdan yine dünya şaşalar.…
            ...
            Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince
            Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.
            Kanlarımız sebildir; akıtarak hepsini
            Belirsiz mezarlarda anılmadan yaşarız…” (4)
            Vesselam... Nokta...
            Evliya Çelebi’nin 1667 yılında yaptığı ziyarette taştan yapılmış evleri, beş camisi, limanın
yakınlarında yer alan depoları ve müstahkem kalesi ile adeta bir masal kenti gibi dediği Yunanistan’ın 3. büyük kenti Kavala’ya saat 13.00’te geldik. İlk çağlardan itibaren pek çok medeniyete ev sahipliği yapan Kavala’yı ben de şirin ve güzel buldum.
            1383, bir başka bilgiye göre 1387 yılındaki fetihle  Osmanlı toprağı olan şehir, I. Balkan Savaşı’nda (1912) Bulgaristan, II. Balkan Savaşı sonunda da  (1913) Yunanistan tarafından alınıyor. 529 yıl sonra hüzünlü bir vedayı da burada yaşıyoruz. Kavala, tarih boyunca konumu itibarıyla ticaretin, sosyal ve kültürel hayatın merkezi olma vasfını korumuş. Günümüzde de bu özelliğini sürdürüyor.
            Balıkçı limanına yakın bir yerde otobüsümüzden indik. Yine sınırlı vakitte Kavalayı tanımaya, havasını teneffüs edip güzelliklerini görmeye çalışacağız.
            Denizin kenarında; limandaki balıkçı teknelerinin dalgalarla yaptığı danstan, ağlarını tamir eden balıkçıların bir sonraki sefere yaptıkları hazırlıkları seyretmekten ayrılmak istemiyorum.          Bugün 18 Temmuz, günlerden salı. Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü şehirde hava çok sıcak. Kendime, küçük palmiye ağacının alaca gölgesindeki  bankı seçip bir süre, denize yanaşan  vapurlara, şehrin sırtlarına ve kaleye bakıyor, tekneleri yalayan küçük dalgaların çıkardığı sesi dinliyorum.
            Deniz kıyılarını henüz bizim gibi berbat etmemişler. Balıkçı limanına yakın yerlerde yoğun olmamakla beraber 5-6 katlı binalar var. Şehrin sırtlarındaki evlere bakınca, tipik bir Anadolu kasabası gibi birkaç katlı evler  görüyorum. Araç trafiği bile gayet güzel!
            Hüseyin Aşan hocam kale manzaralı fotoğrafımı çekip, çekim teknikleriyle ilgili bazı ip uçları veriyor.
            Bir zamanlar surlar arasında olan şehrin kalesinin tarihi de oldukça eski. Şehri elinde tutan devletler kendi anlayışlarına göre yapım ve tadilata girişmişler. Osmanlı Devleti’nin fethinden sonra kalede önemli değişiklikler olmuş. Bugün görülen kalenin bir çok kısmı, 1425 yılında yine bizim tarafımızdan yapılmış.
            “Kavala” ismini, 2. Mahmut’a karşı verdiği iktidar mücadelesiyle tanıdığımız Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan da biliyoruz. Ortaokul sıralarından beri bildiğim Mehmet Ali Paşa, burada dünyaya gelmiş. Bazılarının “muktedir” bazılarının ise “asi” ve “isyankâr vali” diye nitelendirdiği Mehmet Ali Paşa, İlber Ortaylı’nın verdiği bilgiye göre Arnavut değil Türk.
            Bir de adını bu bölgeye gelen eşimizden dostumuzdan duyduğumuz, getirdikleri ikramdan tadına baktığımız “Kavala kurabiyeleri” var. Selanik’ten Türkiye’ye kadar uğradığımız şehir ve AVM’lerde rastlıyor, yakınlarımız için hediye alıyoruz. Bizim aldığımız kurabiyeler yarımşar kiloluk -en çok tercih edileni- karton kutulardaydı ve her kurabiyenin üstünde sembolik bir tane badem vardı. En çok zorlandığım husus (!) neredeyse ağzına kadar lokum tozu doldurulmuş kutuda kurabiyeleri arayıp bulmak oldu!!! Bazı tariflerde, badem irice ezilerek kurabiye hamuru içine karıştırılıyormuş. Bu benim damak tadıma daha uygun. Çünkü, bademin tadı ve fevkalâde rayihası  zamanla hamuruna  sirayet edip, damağınızı müstesna bir lezzetle (merhum annemin ve halamın yaptığı bademli baklavalardan biliyorum) buluşturuyor...
            Kıyıdan ayrılıp yokuş yukarıya yürüdüğümde, şehrin silüetine hakim, Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırdığı su kemerini görmeye başladım. Yolun solunda,  Kanuni’nin damadı Pargalı İbrahim Paşa’nın 1530’da kendi adına cami olarak yaptırdığı, Lozan Antlaşması’ndan sonra Aziz Nikolai Kilisesi adını alan tarihi yapıyı görüyorum. Sadece kaidesi kalan minaresinin üstüne çan kulesi, cami duvarlarına da bir kat daha çıkılıp (çalışmalar devam ediyor)  kilisenin kubbesi yerleştirilmiş. Kendisine giydirilmek istenen kimlikten muzdarip, bana mahsun mahsun bakan o cami aklımdan hiç çıkmayacak...
            Keşke, dünya milletler ailesi olarak hangi kültürün unsuru olursa olsun, tarihi yapı ve mirasları orijinal haliyle koruyup geleceğe taşıyabilsek...
            Kanuni’nin kuzey dağlarından şehre su getirmek için yaptırdığı ( 1520-1566 ) uzun ve devasa su kemerine doğru yürüyorum. Birçok ansiklopedi ve turizm rehberinde Roma eseri diyerek yanlış takdim edilen su kemerinin büyüklüğünü, estetiğini ve güzelliğini yanına gelince daha iyi görüyor, serinlettiği  yanık yüreklerin minnet hislerini anlamaya, suların akışını duymaya çalışıyorum! Bu muazzam eserin altından gökyüzüne bakınca, dört başı mamur medeniyetimizin haşmetini görüyor ve gurur duyuyorum. O kemerler nasıl da şirin ve güzeller! 
            Alttaki bir büyük kemerin üst kısmına yerleştirilen kuş yuvalarını görünce çok duygulanıyorum... Medeniyet tasavvurumuz, canlı, cansız bütün varlıkları kuşatmış, saygı duyup aziz saymış, mukaddes bir emanet olarak görüp yaşatmış.
            Gözlerim böyle büyük ve ihtişamlı  su kemerini ilk defa görüyor. Çok etkilendim.
            Saat 14.00’ü gösterdiğinde Kavala’ya da “Allah’a ısmarladık” deyip ülkemize dönmek üzere hareket ettik.
            Farklı duygular yaşıyorum. Bir zamanlar medeniyetimizin hakim olduğu toprakları dünya gözüyle görmenin, suyunu içmenin, havasını koklamanın, zamanın ruhunu yaşamanın, “Kanlarını sebil gibi akıtıp, belirsiz mezarlarda” yatan şehitlerimizi selamlamanın bahtiyarlığını yaşıyorum. Bu  hayalimi bana yaşatan Rabbime şükrediyorum.
            Katettiğimiz binlerce kilometre yoldan sonra saat 17.09’da Yunanistan gümrüğündeyiz.
            Saatimiz 18.25’i gösterirken İpsala Gümrük Kapısı’na geliyor, bayrağımızı ve askerlerimizi selamlıyoruz.  Gümrükteki emniyet görevlimiz, bizleri sıcak havada bekletmemek için nezaket gösterip klimalı hizmet binasına davet ediyor. Sağ olsun... İşlemlerimiz sürerken arkadaşlarımız gümrük mağazasında  alışveriş yapıyorlar.
            Defterimdeki notlarımın sonuncusuna, “Vatanımdayım!” başlığını yazmışım. Gök kubbenin altında, yıldızlı bir gecede ilimize doğru yol alıyoruz.
            Güzel bir geziyi arkadaşlarımızla beraber tamamlamanın, yaşadığımız onca güzel hatıranın, verdiği mutluluk yorgunluğumuzu unutturuyor bize.
            “Bu defa gezi intibalarımı, düşünce ve gözlemlerimi yazmaya, paylaşmaya kararlıyım.” diyerek kendi kendime söz veriyorum... Eksik ve hatalar varsa bana aittir. Düzeltirim...
            19 Temmuz 2023 Çarşamba günü 03.00’te Manisa’da inip, arkadaşlarımızı Salihli’ye uğurluyoruz. Sekiz gün beraber olduğumuz yol arkadaşlarımıza, geziyi tertip edenlere ve bizi sağ salim götürüp getiren şoförlerimize, rehberimize -gıyabında- tekrar teşekkür ediyoruz.
            Yine bir hayâlimiz var... Bu defa yönümüz ışığın geldiği yere, doğuya... Türk illerine...
           
KAYNAKLAR:
1)  https://www.gazetegordes.com/yazarlar/huseyin-tuncay/ayse-kizla-vato-i/925/
2) Yrd. Doç. Dr. Salim Durukoğlu, Sevim Salik, Türklerin  Uğradığı İşkence, Sürgün, Katliam ve Soykırımlar Sözlüğü, dergipark.org.tr
3) https://www.kibristurk.com/haber/yunanistandan-kibris-provokasyonu-haritadaki-kktc-bolgesini-kanli-bicimde-resmettiler-8918
4) Hüseyin Nihal Atsız, Yakarış II