Ben Geri Kalmışım

Yunus Emre ALTINTAŞ altintasy730@gmail.com

Türkiye’de geri kalmışlık denilen olgunun çoğu zaman iktisadi bir kategori olarak değil, epistemolojik bir çerçeve olarak dayatıldığını fark etmek gerekir. Bu kavram yalnızca üretim gücü ya da teknoloji yetersizliğine işaret etmez aynı zamanda bir tanımlama biçimidir. Kimin gelişmiş, kimin geri kalmış olduğuna karar verme yetkisini elinde bulunduran Batı sadece ekonomik üstünlüğünü değil tanım üstünlüğünü de tesis etmiştir. Böylece geri kalmışlık bir tarihsel hakikat olmaktan çok bir ideolojik konumlandırma aracına dönüşmüştür.
Batı, kendi modernleşme tecrübesini evrensel bir çizgiye dönüştürerek tüm dünyayı kendi kronolojisine yerleştirmiştir. Kendisini tarihin merkezi olarak konumlandırmış, geri kalan her toplumu da bu merkeze uzaklığına göre sınıflandırmıştır. Biz, o uzaklığın ölçüsüyüz. Geri kalmışlık işte bu uzaklığın adı oldu. Bir coğrafi kavram değil kültürel ve zihinsel mesafe göstergesi. Bu tanımın en trajik sonucu ise kendi aydınlarımızın bu sınıflandırmayı içselleştirmesi oldu.
Türkiye’deki aydın tipinin önemli bir kısmı Batı’nın kavramsal haritasını sorgulamadan devraldı. Bu devralış sadece düşünsel bir aktarma değildi, aynı zamanda bir zihinsel tahakküm ilişkisiydi. Aydın, Batı’nın sorunlarını evrensel kendi toplumunun meselelerini tali saymaya başladı. Bu durum yalnızca bir fikir nakli değil bir duygu nakli, bir endişe ithali anlamına geldi. Kendi tarihsel bağlamımıza ait olmayan dertler bu topraklarda çözülmeyi bekleyen meseleler haline getirildi. Böylece Türkiye ithal dertlerin ve ithal çözümlerin laboratuvarına dönüştü.
Batı’da kadın sorunu kilisenin dogmatik yapısı altında yüzyıllarca bastırılmış bir cinsiyetin özgürlük arayışıyla ilgilidir. Bizde ise tarih boyunca kadın kamusal hayattan tamamen dışlanmamış, vakıflar kurmuş, ticaret yapmış, sosyal yapının aktif bir unsuru olmuştur. Buna rağmen, kadın meselesi bizde de Batı’nın tarihsel formülleriyle tartışılmaktadır. Yani bizde hiçbir zaman yaşanmamış bir baskı biçimi üzerinden özgürlük arayışı yürütülmektedir. Böylelikle Batı’nın tarihsel yarası bizde toplumsal bir tartışma konusu haline getirilmektedir.
Aynı durum sınıf meselesinde de geçerlidir. Avrupa’daki sınıf çatışması, sanayi devriminin doğrudan sonucudur. Makinenin emeği ikame ettiği üretim araçlarının tek elde toplandığı bir süreçtir bu. Bizim toplumsal yapımızda ise dayanışma, imece ve paylaşma ilkeleri uzun süre ekonomik hayatın merkezinde yer almıştır. Dolayısıyla burada “sınıf mücadelesi” kavramının tarihsel karşılığı yoktur. Ancak ithal edilen ideolojiler bu topraklarda da aynı çatışmayı kurgulamaya çalışmıştır. Böylece olmayan bir hastalığın tedavisi aranmış, olmayan bir dert için çözüm ithal edilmiştir.
İthal edilen yalnızca dertler değildir. Çözümler de aynı ithal zincirinin parçasıdır. Batı’nın bilime dair din dışılaşma süreci, kendi tarihsel zorunluluklarının sonucuydu. Hristiyanlığın dogmatik otoritesi karşısında bilimin özgürleşmesi, orada bir kurtuluştu. Bizde ise böyle bir gerilim hiç yaşanmadı. Bizim medeniyetimizde bilgi, tanrıya rağmen değil tanrıyı bilme arzusuyla doğdu. Buna rağmen "bilim dinden bağımsız olmalıdır" söylemi bizde de kabul gördü. Oysa biz hiçbir zaman inanç ile bilimi birbirine zıt kutuplar olarak algılamamıştık. Böylelikle Batı’nın tarihsel krizleri bizim entelektüel tartışmalarımızın merkezine yerleşti.
Bu süreç oryantalist söylemin içselleştirilmesiyle daha da derinleşti. Batı’nın Doğu’ya ilişkin tanımları, yalnızca dışsal bir gözle yapılan tespitler olmaktan çıktı. Doğulular tarafından da kabul edilen bir kimlik haline geldi. Kendi medeniyetini, Batı’nın ölçülerine göre değerlendiren zihin artık kendine yabancılaşmıştır. Aydın, kendi halkını dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak görürken Batı’nın kavramlarını mutlak hakikat olarak benimsemiştir. Bu da düşünsel bir bağımsızlıktan çok entelektüel bir bağımlılık ilişkisi yaratmıştır.
Bugün Türkiye’de “geri kalmışlık” söylemi, aslında bir kültürel kompleksin tezahürüdür. Ekonomik gelişmişlik tartışmalarının ötesinde bu söylem kimlik inşasının Batı merkezli yürütülmesinden kaynaklanmaktadır. Her yeni kalkınma projesi her yeni reform girişimi kendi kavramlarımızla değil Batı’nın başarı ölçütleriyle tanımlanmaktadır. Modernlik Batı’ya benzeme süreciyle; ilerleme, onların geçtiği evreleri taklit etmekle eş değer görülmüştür. Böylece “kalkınmak”, sadece zenginleşmek değil başkasına benzemek anlamına gelir hale gelmiştir.
Oysa hiçbir toplum kendi dışındaki bir tarih modeline tam olarak sığamaz. Çünkü her medeniyet, kendi tarihsel şartlarının ürünüdür. Batı’nın sorunlarını evrensel kendi çözümlerini zorunlu gören anlayış, dünyayı tek bir kültürel kalıba sıkıştırmıştır. Türkiye’nin asıl meselesi bu tekil tarih anlatısına dahil olmaya çalışmasıdır. Oysa bizim modernleşmemiz kendi kültürel kodlarımızdan doğmalıydı. Bizim için ilerleme Batı’nın kavramlarının kopyalanması değil kendi değerlerimizin modern zamana tercüme edilmesi anlamına gelmeliydi.
Bugün yapılması gereken geri kalmışlık söylemini bütünüyle yeniden düşünmektir. Çünkü bu söylem yalnızca dışsal bir eleştiriyi değil içselleştirilmiş bir aşağılık duygusunu da beraberinde getiriyor. Bu toprakların gerçek sorunu Batı’nın tarihsel hastalıklarını tedavi etmeye çalışmak değil, kendi bünyesinde var olan dinamikleri yeniden keşfetmektir.
Türkiye’nin ihtiyacı ithal reçetelere değil, kendi kavramlarına dayalı bir düşünce inşasına yönelmektir. Çünkü kavramını kaybeden toplum, düşüncesini de kaybeder. Bizim kurtuluşumuz Batı’nın tanımlarına uymakta değil, kendi hakikatimizi kavramsallaştırabilmekte yatıyor.
Kısacası bu ülkenin problemi “geri kalmışlık” değil başkalarının yaralarını tedavi etmeye çalışırken kendi sağlıklı damarlarını kesmiş olmasıdır.