İnsan Neden Yaptığı Şeyin Hemen Sonucunu Görmek İster?
Ve Neden Aniden Pişman Olur?
Hiç düşündünüz mü, neden elimizi sıcak bir yüzeye değdirdiğimizde parmağımızı hızla geri çekeriz de, kalbimizi yakacak bir söz söylediğimizde o sözü geri almak için hep geç kalırız?
Bu basit ama çarpıcı çelişki, modern insanın içinde debelendiği derin bir varoluşsal gerilimin özünü ortaya koyar.
Anlık dürtülerimiz ile uzun vadeli sonuçlar arasındaki savaş…
İnsanın, yaptığı şeyin hemen sonucunu görme arzusu ve ardından gelen ani pişmanlık, çağımızın ruhsal manzarasını şekillendiren en temel dinamiklerden biridir.
İnsan zihni, "eylem" ile "sonuç" arasındaki mesafeyi mümkün olduğunca kısaltmak üzere programlanmış gibidir. Bir mesaj gönderdiğimizde "okundu" ibaresini görme takıntımız, sosyal medyada paylaştığımız bir gönderinin hemen beğeni ve yorum yağmuruna tutulmasını bekleyişimiz veya yeni başladığımız diyette, henüz iki gün geçmişken tartıda mucizeler arayışımız...
Tüm bu davranışlar, sabırsız ruhumuzun modern dünyadaki yansımalarından ibarettir.
Bu dürtünün kökleri, atalarımızın hayatta kalma mücadelesine dayanır. Zehirli bir bitki yiyen atamızın vücudu hemen tepki vermese, bir sonraki öğünde hayatını kaybedebilirdi. Tehlikeli bir hayvanla karşılaştığında saniyeler içinde savaş ya da “kaç” kararı vermesi gerekirdi. Bu bağlamda, anlık geri bildirim bir lüks değil, bir zorunluluktu. Beynimizdeki ödül mekanizması, bizi hayatta tutan bu "anlık geribildirim-anlık ödül" döngüsü üzerine inşa edildi.
Ancak modern dünya, bu evrimsel donanımı sürekli istismar ediyor. Hızlı internet, anlık bildirimler, tek tıkla gelen alışverişler ve kısa videolarla dolu bir dijital evren...
Hayatımızın her alanı "hemen şimdi" üzerine kurgulanmış durumda. Bu sürekli uyarım, dopamin adı verilen nörokimyasalın sağlıklı salınım döngüsünü bozarak bizi kronik bir "anksiyete-ödül-anksiyete" sarmalına hapsediyor. Anlık onay alamadığımızda kendimizi değersiz ve huzursuz hissediyor, bu boşluğu doldurmak için bir sonraki anlık tatmine daha şiddetle yöneliyoruz.
Oysa tabiatın ve gerçek anlamlılığın ritmi çok daha farklı ve yavaş işler. Bir tohumun filizlenip kocaman bir ağaç olması onlarca yıl alır. Sağlam bir dostluğun veya güvenilir bir ilişkinin inşası sabırla örülmüş sayısız anının birikimiyle mümkündür. Bir enstrüman çalmayı öğrenmek, bir dili konuşmak, bir fikri olgunlaştırmak; hepsi zaman ister.
İşte bu noktada trajik bir çelişkiyle yüzleşiriz. Bizler, doğanın bir parçası olarak sabırla yoğrulmuş varlıklarız, fakat içinde yaşadığımız kültür bizi sürekli olarak aceleci bir tüketim çarkına sürükler. Bu hız, bizi yüzeysel olana mahkûm eder. Derinlemesine düşünmek, sabretmek ve beklemek neredeyse bir direniş eylemi haline gelmiştir.
Peki, bu aceleci tavrın kaçınılmaz sonu olan ani pişmanlık neden ortaya çıkar?
Çünkü insan, geleceği hesaplamakta çoğu zaman eksik kalır. İçgüdülerimiz ve limbik sistemimiz (duygu ve dürtülerimizin merkezi) bizi anında harekete geçirirken, prefrontal korteksimiz (mantık, planlama ve uzun vadeli düşünme merkezi) olayın ardından sahne alır. Bu, bir tiyatro oyununda önce perdenin açılması, sonra senaryonun okunması gibidir.
Bir öfke anında söylenen ve geri alınamayan o keskin söz, bir anlık hevesle yapılan ve banka hesabını zorlayan gereksiz alışveriş, aceleyle verilen ve hayatımızın seyrini değiştiren yanlış karar...
Bunların hepsi, anlık tatmin uğruna uzun vadeli sonuçların göz ardı edilmesinin bedelidir. Pişmanlık, tam da bu noktada, geçmişteki "dürtüsel ben"in, şimdiki "sorgulayan ben"i rahatsız etmesidir. Kendi gölgemize çarpmamızın verdiği sancıdır.
Felsefe ve psikoloji bu duruma ışık tutar. Stoacı filozof Epiktetos, acılarımızın çoğunun kontrolümüz dışındaki şeylere (başkalarının tepkileri, olayların sonucu) odaklanmaktan kaynaklandığını söyler. Biz ise kontrol edemediğimiz "sonucu" hemen görmeyi arzulayarak, kendi ıstırabımızın tohumlarını ekeriz.
Danimarkalı düşünür Soren Kierkegaard ise kaygının ve pişmanlığın kaynağını özgürlüğümüzde görür. Seçim yapmak özgür olduğumuzu gösterir, ancak her seçim, aynı zamanda sonsuz sayıdaki diğer ihtimali elediğimiz için, "kaçırılanların ağırlığını" da omuzlarımıza yükler.
Modern psikoloji ise "bilişsel çelişki" ve "sürü psikolojisi"ni işin içine katar. Toplumun dayattığı hıza ayak uydurma telaşı, kişisel pişmanlıklarımızı daha da derinleştirir ve kolektif bir vicdan azabına dönüştürür.
Belki de asıl sorgulamamız gereken şudur:
Sonucu hemen görmek isteyen bizler, gerçekten sonucun kendisini mi arıyoruz, yoksa bekleyişin doğurduğu o dayanılmaz belirsizlikten ve kaygıdan mı kaçıyoruz? Pişmanlıklarımız, bu kaçışın kaçınılmaz bedelinden başka nedir ki?
Bu kısır döngüyü kırmanın yolu, farkındalık ve öz-denetimden geçer. Gündelik hayatın koşturmacası içinde bir an durup nefes almak, otomatik pilottan çıkmak...
Yemekten hemen sonra tartıya çıkmak yerine, sağlıklı beslenme sürecinin vücudumuza kattığı enerjiyi ve iyilik halini fark etmek…
Bir mesajın cevabını dakikalarca kontrol etmek yerine, kendi gerçek dünyamıza, yapmaktan keyif aldığımız şeylere dönmek…
Öfkenin ateşi dilimizin ucuna geldiğinde, o ateşi söndürmek için içinize dönüp "Acaba bu söz, gerçekten şu an söylenmeli mi?" diye sormak...
Bu küçük ama bilinçli müdahaleler, bizi anlık tatmin tuzağından kurtararak, hayatın asıl zenginliğinin yaşandığı "sürece" taşır. Çünkü gerçek ve kalıcı olan her şey; sevgi, güven, bilgi ve erdem, tıpkı bir meşe ağacı gibi, derin köklerini ancak sabırla ve zamanla salabilir. Acele ise, sadece yüzeysel ve geçici olanın ilacıdır; kalıcı olanın değil. Belki de aradığımız o anlık sonuç değil, beklerken kaybettiğimiz andır. Ve belki de pişmanlık, bize tam da bunu hatırlatmak için vardır.