Seni Tanıyan Son Kişi Öldüğünde, Hiç Doğmamış Olacaksın
Bazı cümleler vardır, ilk duyduğunda sadece kulağına çarpar ama sonra sessizce iç dünyana sızar. Zamanın acımasız döngüsünü, insanın unutulmaya yazgılı oluşunu birkaç kelimeyle anlatır.
Bir insanın ölümü, biyolojik olarak kalbinin durmasıyla başlar. Ama asıl ölüm, hatıralardan silinmeye başladığı anda gerçekleşir. Çünkü biz, sadece nefes aldığımız sürece değil, birilerinin zihninde yaşadığımız sürece varız. Bir çocuğun aklında kalan bir tebessüm, bir dostun dilinde kalan bir anı, bir sevgilinin kalbinde yankılanan bir cümle… Bunlar bizi dünyada tutan görünmez bağlardır.
Ama o bağlar da zamanla incelir. Anılar silikleşir, yüzler unutulur, isimler dillerden düşer. Bir gün gelir, seni tanıyan son kişi de hayattan gider — işte o zaman, tarih sahnesinden sessizce silinirsin. Geriye yalnızca birkaç satır, bir mezar taşı, belki de tozlanmış bir fotoğraf kalır. Ve evet, o andan itibaren, sanki hiç doğmamışsın gibi olur.
Bu düşünce karanlık gibi görünse de aslında büyük bir farkındalık taşır. Çünkü eğer unutulmak kaçınılmazsa, mesele “hatırlanmak” değil, “nasıl yaşadığın” olur. Dünyaya küçük de olsa bir iz bırakmak, birine iyilikle dokunmak, bir gülüşü hatıra olarak bırakmak… Belki de asıl ölümsüzlük budur.
Hepimiz zamanın nehrinde bir süre yüzer, sonra kayboluruz. Ama nehrin akışına yön veren, suya bıraktığımız izlerdir. Kimse sonsuza dek hatırlanmaz, ama herkes birinin yaşamına dokunabilir.
Belki de önemli olan, sonsuza kadar yaşamak değil, yaşarken bir anlam bırakmaktır.
Çünkü bir gün seni tanıyan son kişi de öldüğünde, evet — “hiç doğmamış” olacaksın.
Ama eğer bir kalbi ısıttıysan, bir gülüşe sebep olduysan, o hiçlik bile sana minnettar kalacaktır.
İşte o zaman, gerçekten yaşamış olacaksın.