Şekerlerin Düştüğü Gün

Basri GÜLER basriguler58@yaani.com

     Demirci’nin dağ köylerinden birinde, 2007 yılında  sabahın ilk ışıkları tütün tarlalarının üzerine düşerken köy yavaş yavaş uyanıyordu. Serin bir rüzgâr, dağlardan inip vadinin içinden geçiyor; dut ağaçlarının yapraklarını hışırdatıyor, keçilerin çıngırak sesleriyle karışıyordu. O köyde, Vedat ile Şükrüye’nin Ayşe adında altı yaşında bir kızları vardı.
     Ayşe, köyün en neşeli çocuklarındandı. Saçlarını her sabah annesi iki yandan örer, uçlarına kırmızı kurdeleler bağlardı. Gözleri pırıl pırıl, yanakları al aldı. Elinden hiç düşürmediği küçük bebekleriyle oynar, dere kenarında kelebek kovalar, komşu çocuklarıyla çamurdan evler yapardı.
      O yıl Ramazan Bayramı yaklaşmıştı. Köydeki herkes, bayram temizliğiyle, hazırlığıyla uğraşıyordu. Kadınlar çörek, lokum, şekerleme yapıyor; erkekler kahvede bayramlaşma planları kuruyordu. Çocuklar içinse en heyecanlı kısmı belliydi: şeker toplamak!
      Ayşe’nin de sabırsızlığı yüzünden okunuyordu. Akşamdan elbisesini annesine yıkattı, yeni lastik ayakkabılarını başucuna koydu.
— Anne, sabah olunca ilk kimin evine gideceğiz? dedi, gözleri ışıl ışıl.
— Önce Hacer teyzenin evine, sonra Hasan emminin evine... diye yanıtladı Şükrü, gülümseyerek.
Vedat da yanlarından geçerken gülüp,
— Şekeri çok toplayan akşam bana da biraz verir, olur mu küçük hanım?
Ayşe, şirin bir ciddiyetle,
— Olmaz baba, hepsi benim! diye karşılık verdi.
      Bayram sabahı geldiğinde, köyün üstünde ince bir sis vardı. Horozlar ötmüş, camiden bayram namazının sesi yankılanmıştı. Çocuklar birer birer evlerinden fırladı, ellerinde mendiller, ceplerinde küçük torbalarla. “Bayramınız mübarek olsun!” nidaları, köyün toprak sokaklarında yankılanıyordu.
      Ayşe de onların arasındaydı. Elinde beyaz bir mendil, içinde bir avuç renk renk şeker birikmişti bile. Yanında arkadaşı Mehmet vardı.
— Mehmet, bak ben en çok kırmızı şekerlerden topladım, dedi gururla.
— Ben de karamelli olanlardan istiyorum, sen verir misin biraz?
— Olmaz, onlar en güzeli!
     İki çocuk kahkahalarla koşarken köyün meydanına vardılar. Meydandaki evlerden birinin önünde uzun boylu, sert bakışlı bir adam ve karısı Eşe duruyordu. Adı Mahmut’tu. Köyde herkes onu “çocuk sevmez” diye bilirdi. Yüzünden eksik olmayan asık bir ifade, kimseye güvenmeyen bir hali vardı.
      Ayşe, onun evinin önünden geçerken tereddüt etti.
— Mehmet, Mahmut amcanın evine girmeyelim mi?
— Niye, korktun mu? Belki bu sene o da şeker verir.
— Annem diyor ki o, çocukları sevmezmiş.
— Hadi canım, bir tane isteriz gideriz.
      Ayşe istemeye istemeye yaklaştı. Kapının önünde duran Mahmut, çocukları görünce kaşlarını çattı.
— Ne var gene? Ne dolanıyorsunuz kapımın önünde?
Mehmet ürkek bir sesle,
— Bayramınız mübarek olsun Mahmut amca… Ele yenge 
Ayşe de utangaçça fısıldadı:
— Şeker topluyoruz…
      Adam bir an sessiz kaldı, sonra elini Ayşe’nin elindeki mendile uzattı.
— Bakayım, sen neler toplamışsın öyle?
     Ayşe, elini çekemeden Mahmut mendili kaptı, içindeki şekerlerden birini aldı. Ele yapma Mahmut dedede dinlemedi.
— Gerisi yeter sana, fazla şeker dişini çürütür, dedi soğuk bir sesle.
     Ayşe’nin yüzü dondu. Küçücük elleriyle mendilini sıkarken gözleri doldu.
— Ama o benim şekerimdi…
— Ne olmuş yani? Bir tane eksilse ne olur?
      Ayşe birden, öfke ile mendilini yere fırlattı. Şekerler toprağa, çamura yayıldı. Kırmızılar, sarılar, yeşiller birer birer çamurun içine gömüldü.
— Hiçbirini istemem! Hiçbirini! diye bağırdı titreyen sesiyle.
      Mehmet şaşkınlıkla baktı.
— Ayşe, yapma... Şekerlerin gitti!
Ama Ayşe artık dinlemiyordu. Gözlerinden yaşlar süzülüyor, soluğu kesilmiş gibi hıçkırıyordu. Sonra arkasını dönüp koşarak evine gitti.
      Evde annesi Şükrüye, onu o halde görünce şaşırdı.
— Ne oldu kızım, kim üzdü seni?
Ayşe hıçkıra hıçkıra,
— Mahmut amca... şekeri aldı... hepsini attım çamura... istemem artık... dedi.
      Şükrüye sarıldı kızına, gözleri doldu.
— Ah be yavrum... Bazı büyükler anlamaz küçüklerin yüreğini...
      Vedat o akşam kızına çikolata getirdi, şeker torbası yaptı. Ama Ayşe elini bile sürmedi.
— İstemem baba... onların tadı yok artık...
      O günden sonra Ayşe bir daha bayram sabahları evden çıkmadı. Pencereden çocukları izler, ama dışarı adım atmazdı. Köyde herkes “Mahmut’un yaptığını” konuşur oldu. Fakat en çok da Ayşe’nin o günkü gözyaşları kaldı insanların aklında.
      Ve kimse bilmedi ki, o küçük kızın kalbinde bir bayram eksik kalmıştı, o çamura düşen şekerlerle birlikte.
     Yıllar geçmişti. Dağ köyü aynı köydü ama Ayşe değişmişti. Altı yaşında o çamura karışan şekerlerin ardından içine kapanan o küçük kız, şimdi on yedi yaşında bir genç kıza dönüşmüştü. Artık saç örgülerini kendi örüyor, tütün tarlasında annesine yardım ediyor, ama gözlerinde o eski pırıltı yoktu.
     Gün doğmadan uyanır, eline sepetini alır, sabah çiğinin altındaki tütün yapraklarını toplardı. Elleri yeşil reçineye bulanır, saçları terle alnına yapışırdı. Ama yüzünde hep aynı sessizlik… sanki çocukken bir yerlerde kaybolan neşesini bir daha bulamamış gibiydi.
     Köyde herkes onun o haline alışmıştı. Kadınlar, çeşme başında su doldururken fısıldaşırdı:
— Şükrüye’nin kızı hâlâ eskisi gibi içine kapanık.
— Küçükken bir şey olmuştu ona, hani şu inatçı Mahmut’la…
— He ya, şeker meselesiymiş galiba… Çocuk yüreği işte, ama derin yaraymış demek ki.
     Ayşe duyardı bazen bu fısıltıları, ama aldırmazdı. Sadece başını öne eğer, sessizce yürürdü.
Bir gün, yine köy meydanında annesine tuz almaya gitmişti. Elinde küçük bir bez kese, gözleri yerdeydi. Tam bakkalın önünden geçerken, karşısına o adam çıktı.
Mahmut.
      Yıllar geçmişti ama hâlâ aynıydı. Kaşları çatık, yüzü taş gibi.
Ayşe’nin kalbi bir anda hızla çarpmaya başladı. Boğazına bir yumru oturdu. Adımlarını hızlandırmak istedi ama Mahmut sesiyle onu durdurdu:
— Ayşe, dur hele!
      Kız istemeden döndü.
— Buyur Mahmut amca...
— Bana hala kırgın mısın? dedi, o tanıdık sert sesiyle.
Ayşe cevap vermedi. Sadece sustu.
Mahmut, eliyle şapkasını düzeltti, boğazını temizledi.
—  Eskiden çocukları sevmezdim…
      Bu cümle Ayşe’nin içinde bir şeyleri kırdı.
Bir adım geri attı.
— Siz beni ve hiç bir çocuğu hiç sevmediniz Mahmut amca.
— Ne diyorsun kız sen?
— Altı yaşındaydım. Bayram günü, şeker topluyorduk. Siz elimden bir şeker almıştınız… Hatırlıyor musunuz?
Mahmut şaşırdı, yüzü buruştu.
— Ne olmuş yani? Bir şekerden mi söz ediyorsun hâlâ?
— O bir şeker değildi, Mahmut amca. O gün ben… çocukluğumu kaybettim.
     Köy meydanında bir sessizlik oldu. Rüzgâr, dut ağacının yapraklarını hışırdattı. Mahmut, ne diyeceğini bilemedi. Sadece yere baktı.
— Ben öyle olsun istememiştim, dedi kısık bir sesle.
— Ama oldu. O gün bütün şekerleri attım çamura. O gün içimden bir şey kırıldı. Bir daha da toparlanmadı.
     Ayşe, titreyen sesiyle bunları söylerken, gözleri doldu.
Mahmut susuyordu. O taş gibi yüzü, ilk defa bir insan yüzüne benziyordu.
— Büyümüşsün, dedi sonunda.  Artık eski çocuk değilsin. Beni affeder misin.
— Evet, ama o çocuğu siz öldürdünüz, dedi Ayşe. Sonra arkasını döndü, meydandan uzaklaştı.
     Mahmut orada kala kaldı. Güneş tepede parlıyor, köyün çocukları yine bayram için hazırlık yapıyordu. Birkaç küçük çocuk, ellerinde mendillerle onun önünden geçti. “Mahmut amca, şeker var mı?” diye bağırdılar.
     Mahmut bu defa mendilinden bir avuç şeker çıkarıp uzattı.
— Alın çocuklar… hepsi sizin.
Ama içinden geçen tek cümle şuydu:
“Keşke o gün de öyle yapsaydım…”
      Dağ köyünün üstüne sonbaharın altın sarısı rüzgârı çökmüştü. Tütün tarlaları çoktan toplanmış, yapraklar ipe dizilip damlarda kurumaya bırakılmıştı. Akşam vaktiydi. Gökyüzü, kızılın içinde yanan bir kömür parçası gibiydi.
      Ayşe, evin önündeki tahta sedire oturmuş, ufka bakıyordu. Sessizliğin içinde yalnızca uzaklardan gelen çan sesleri, köpek havlamaları duyuluyordu.
O gün köyde bir haber yayılmıştı: Mahmut, hastalanmıştı. İhtiyarlık çökmüş, artık gözleri iyi görmez, elleri titrermiş. Köylüler, “Son günleri, Allah affetsin onu,” diyorlardı.
     Ayşe duymuştu ama gitmemişti. Yıllarca içini saran o burukluk, hâlâ oradaydı. Fakat akşamın o sessizliğinde, kalbinde bir sızı hissetti. “Affetmek” kelimesi, içinden usulca geçti. Belki de bazı yaralar, affetmeden iyileşmiyordu.
      Eline küçük bir mendil aldı. İçine birkaç tane şeker koydu. Yavaş adımlarla Mahmut’un evine doğru yürüdü.
      Ev eskiydi, duvarları çatlamış, kapısı aralıktı. İçeriden boğuk bir öksürük sesi geliyordu. Ayşe kapının eşiğinde durdu.
— Mahmut amca… ben geldim.
      İçeriden kısık bir ses duyuldu:
— Kim o?..
— Ben, Ayşe…
     Bir sessizlik oldu. Ardından zayıf bir sesle,
— Gel kızım Mahmut'un eşi Eşe kapıyı açtı…
      Ayşe içeri girdi. Mahmut’un yüzü solgundu, gözleri buğulu. Onu görünce titrek bir gülümseme yayıldı yüzüne.
— Sen… hâlâ o küçük kızsınız.
— Değilim, Mahmut amca. Artık büyüdüm. Ama içimde hâlâ o küçük kızın sesi var.
      Bir süre sessiz kaldılar. Ateşin çıtırtısı, odanın içinde yankılandı. Ayşe mendili açtı, içindeki şekerleri adamın önüne koydu.
— Bunları size getirdim. Belki o gün alamadığınız geri kalan şekerler de kalmıştır aklınız.
     Mahmut’un gözleri doldu.
— Ben bilmezdim… bir çocuğun kalbi bu kadar derin olur mu…
— Olur, Mahmut amca.
Ayşe’nin sesi yumuşaktı, ama içinde yılların sızısı vardı.
— Çünkü çocukların kalbi camdan yapılır. Parladığı kadar kolay da kırılır. Onlar için bir şeker, bir söz, bir bakış bile dünyayı değiştirir. Sen o gün benim dünyamı kararttın. Ama ben, senin dünyanı affetmek istedim.
      Mahmut ellerini titreyerek yüzüne kapattı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
— Affet beni, Ayşe... Benle Eşe yengenin bir kızımız olmuştu. Tam altı yaşında vefat etti. Bir daha da çocuğumuz olmadı. O günden sonra bir daha hiç bir çocuğu sevmedim.
— Affettim, dedi Ayşe.
Sade, ama bütün geçmişi içine sığdıran bir kelimeydi bu.
     Ayşe o evden çıktığında hava serinlemişti. Gökyüzü yıldızlarla doluydu. Rüzgâr, tütün kokusunu taşırken, sanki köyün üstünde bir huzur dolaşıyordu.
     O günden sonra Ayşe, sanki yeniden doğmuş gibiydi. Artık yalnızca yüzüyle değil, kalbinin içinden taşan bir ışıkla gülümsüyordu insanlara. Bayram sabahları köy meydanında, elinde rengârenk şekerlerle çocukların etrafında bir umut halkası olurdu. Her minik avuca bir parça mutluluk bırakırken, içinden geçen o cümle artık hayatının rehberi olmuştu:
“Bir çocuğun elinden sevincini alırsan, kalbinden güvenini de alırsın. Ama ona sevgini verirsen, o sevgiyi bütün ömrünce taşır.”
Ve Ayşe, o sevgiyi yalnız çocukların değil, bütün köyün kalbine dokuyan bir iyilikle taşımayı bildi. Çünkü bazen bir insanın değişimi, bir köyün kalbine umut olarak geri dönerdi