Hastanede Boş Bank

Basri GÜLER basriguler58@yaani.com

29 Eylül 2025 sabahıydı. Manisa’nın serin sonbahar rüzgârı daha yeni yeni yüzleri yalayıp geçerken, ben de direksiyon başında şehir hastanesine doğru yol alıyordum. Şehrin yeni gururu olan o devasa bina, daha girişinden insana güven veren heybetli bir görüntüye sahipti. Arabamı kapalı otoparka bıraktım, sonra ağır adımlarla asansöre yöneldim. Asansör camlarından koca yapının içindeki hareketlilik görünüyordu: beyaz önlüklü doktorlar, hızlı adımlarla dolaşan hemşireler, hastalarını koluna girmiş yakınlar…
       Asansör kapısı açıldığında, dahiliye polikliniklerinin bulunduğu kata adım attım. Daha koridora girer girmez temizlik ve düzen göze çarpıyordu. Zeminde tek bir kâğıt parçası bile yoktu, duvarlar yeni boyanmış gibi parlaktı. İnsan, buraya girince içi rahatlıyordu.
        Ama ne var ki, işin zor yanı beklemekti. Randevu saatime daha tam bir saat vardı.
       Koridorda banklar sıralanmıştı. Hepsine göz attım. “Boş bir yer bulurum herhalde” diye düşündüm ama yanılmışım. Her bank tıklım tıklım doluydu. İnsanların kimi derin düşüncelere dalmış, kimi sıkıntıyla saatine bakıyor, kimi de cebindeki reçeteyi buruşturup açıp duruyordu.
       Bir tur daha attım. Nihayet gözüm bir banka ilişti: iki kişilik bankın bir ucunda yaşlı bir kadın oturuyordu. Yanında bir kişilik boşluk vardı. Kadına yaklaştım, nazikçe eğildim:
— “Teyzeciğim, yanınıza oturabilir miyim?”
       Kadın, bana baştan aşağı süzerek baktı. Yüzünde sert bir ifade vardı. Dudaklarını büzdü, sonra keskin bir sesle cevap verdi:
— “Hayır, oturamazsın. Ben sıra bekliyorum.”
      Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Yutkundum.
— “Ben de sıramı bekleyeceğim teyzeciğim,” dedim usulca.
Ama kadın başını sertçe salladı.
— “Hayır! Oturmuyorsun!”
      Sözleri duvar gibi önüme dikilmişti. Kadının yaşı yetmişi bulmuş olmalıydı, saçları bembeyaz, başında eski tip bir yazma. İçimden, “Neyse, kadıncağız yaşlıdır, terslenmezsin Basri, sus” diye geçirdim. Ses etmedim, geriye çekildim.
       Çaresiz, karşı duvarda bankların arasında boşluk bulamayınca duvara yaslandım. Elleri cebimde, bir ayağımı öne uzatmış, sıramı bekliyordum. O sırada, hemen yanı başımdaki orta yaşlı bir hanım gözlerini bana çevirdi. Başörtüsünü düzeltti, meraklı bakışlarla konuştu:
— “Hayrola beyim? O kadın seni banka oturtmadı mı?”
       Ben hafifçe tebessüm ederek başımı salladım.
— “Müsaade etmedi hanımefendi.”
Kadın öfkelendi.
— “Böyle şey olur mu? Burası hastane! Herkes sırada, herkes bekliyor. Allah Allah! İnsanın insanla inatlaşması neymiş?”
        Sözleri koridorda yankılandı. Ben hafifçe omuz silktim:
— “Ne yapalım… Yaşlıdır, gönlü öyle istemedi. Ses etmedim.”
Kadın eliyle karşıyı işaret etti.
— “Bak bak! Orada tek kişilik bir boş bank var. Git, otur oraya.”
       Gözümün ucuyla baktım. Bankın ucunda köylü görünümlü, başı yazmalı yaşlıca bir ebe oturuyordu. İçimden “O da vermez, kim bilir” diye geçirdim. Hemen yanımdaki hanım ısrarla konuştu:
— “Yok yok, git sor! Bak bakalım ne diyecek. Sen iste, ben buradayım.”
       Kadının cesaret verici tavrıyla adımlarımı o tarafa yönelttim. Yavaşça yaklaştım, edeple eğildim:
— “Hanım efendi, müsadeniz olursa oturabilir miyim?”
Kadının yüzünde sıcak bir gülümseme belirdi. Sesinde köylerin o içten şivesi vardı:
— “Ben köylü bir ebeyim oğlum. Ne demek? Otur tabii! Oturmaz olur musun?”
     O an içim ısındı, kalbimde bir ferahlık hissettim. Yavaşça bankın kenarına oturdum. Yanımdaki hanım bana bakıp gülümsedi, başını salladı. İçimden “İyilik de var, katılık da var bu dünyada” diye geçirdim.
         Bankın soğuk demirine ilişmiştim. Yanımda oturan yaşlı kadın başını bana çevirdi, gülümsemeye benzeyen ama içinde derin yorgunluk saklı bir bakışla gözlerimin içine baktı. Yüzü kırış kırıştı, her çizgi ayrı bir hikâyeyi anlatıyordu.
— “Evladım, adın ne senin?” diye sordu yavaş, titrek bir sesle.
— “Basri teyze,” dedim.
        Kadın başını salladı. Dudaklarının kenarında acı ile şefkat karışımı bir ifade belirdi.
— “Benim adım Zeliha. Köylüyüm. Bizim oralarda bana ‘Zeliha Nine’ derler. Yedi evlat büyüttüm, toprağı da evladı da çok gördüm.”
       Bir an sustu. Gözleri koridorun ucuna daldı, sanki yıllar öncesinin tozlu yollarını görüyordu.
— “Çok çektim evladım… Kocamı genç yaşta toprağa verdim. Çocuklar küçüktü, kimse elimden tutmadı. Hem analık ettim, hem babalık. Geceleri tarladan yorgun argın gelirdim, sabaha kadar iplik eğirirdim. Çocuklarım üşümesin, aç kalmasın diye… Dünya zordur evladım, hele kadınsan daha zordur.”
       Sesi çatallandı. Derin bir nefes alıp devam etti:
— “Bir oğlum vardı, Hasan… Askerliğe gitti. Daha on dokuzundaydı. Mektup geldi bir gün, ‘şehit düştü’ dediler. Dizlerimin bağı çözüldü. Dünya başıma yıkıldı. O günden beri içimde bir sızı var. Hangi hastaneye, hangi doktora gitsem de geçmez o acı… İşte şimdi buradayım. Doktor ilaç yazacak belki ama benim derdimin ilacı yok.”
       Ben, boğazıma düğümlenen sözlerle dinliyordum. O an kalabalık koridor, insanların telaşı, hemşirelerin sesleri kaybolmuş gibiydi. Sadece ninenin sesi vardı kulaklarımda.
— “Ama,” dedi gözlerindeki yaşları gizlemeye çalışarak, “geri kalan evlatlarımı büyüttüm. Şimdi torun torba sahibi oldum. Onların gülüşüyle ayakta kaldım. Allah insana sabır vermezse, taş olur insan. Sabırla ayakta durdum.”
       Elini bana uzattı. Titrek, nasırlı bir eldi.
— “Evladım,” dedi, “insan ne koltuğa muhtaç ne de banktaki yere… İnsanın muhtaç olduğu tek şey anlayış. Sen bana ‘oturabilir miyim’ dedin ya, işte o sözünle bile kalbime bir ferahlık verdin. Bazen bir banktan daha kıymetlidir bir insanın gönül alması.”
       Sözleri koridorun bütün gürültüsünü susturmuştu. O an içimde bir şey koptu. Banka oturmak için izin istediğim o yaşlı kadın, farkında olmadan bana hayatın en büyük dersini veriyordu.
Koridorda oturmuş, sessizce sıramızı bekliyorduk. İnsanların uğultusu, anons sesleri, hemşirelerin telaşlı adımları arasında Zeliha Nine’nin sesi başka bir âlemin kapısını açıyordu.
       Yavaşça iç çekti. Gözlerini yere indirdi.
— “Evladım… Benim en büyük servetim torunlarım. Yedi torunum var. Her birini kucağıma aldığımda, Hasan’ımı da sanki yeniden kucağıma almış gibi olurum. O torunlar bana analık da yaptırır, çocukluk da… Küçük torunum var mesela, adı Ahmet. Gözleri babasınınkine benzer. Koşup sarıldığında içimdeki boşluk bir nebze doluyor. Ama…”
Birden sustu. Sanki kelimeler boğazında düğümlendi.
— “Ama ne teyze?” dedim, merakla.
      Gözleri buğulandı. Dudakları titreyerek devam etti:
— “Ama artık büyüdüler. Her biri kendi derdinde, kendi hayatında. Torun dediğin küçükken dizinde oynar, büyüyünce kendi yoluna gider. Şimdi çoğu arayıp sormaz. Bayramda gelirler, öperler elimden… Sonra yine kaybolurlar. Gönlüm istiyor ki gelsinler, bir tabak çorba içsinler, başımı okşasınlar. Ama koca şehir yutuyor insanı, evladım. Kimse kimseye vakit ayıramaz oldu.”
       Sesi kısılmıştı. Ben o an fark ettim ki bu kalabalık hastane koridorunda, insanların arasında aslında en yalnız insan oydu.
       Elini tutmak istedim, ürkekçe. Ama o kendi ellerini birbirine kenetledi.
— “Ben bu hastaneye ilaç için geldim evladım… Ama içimin ilacı yok. İçimin ilacı, torunlarımın bana ‘Nine, nasılsın?’ demesi. Gözümün içine bakıp ‘Sana ihtiyacımız var’ demesi. İnsan yaşlanınca bank değil, koltuk değil, para değil… Gönül ister. Anlayan bir çift göz ister.”
        Koridordan bir hemşire geçti, isimler okunuyor, sırası gelen kapıya yöneliyordu. Ama benim kulaklarım sadece Zeliha Nine’nin sözlerinde idi.
        Bir ara bana döndü, gözlerimin içine baktı.
— “Sen de bir gün yaşlanacaksın evladım. O gün geldiğinde anla ki en büyük zenginlik, hatırlanmakmış. Evladın, torunun gelip başını dizine koyarsa dünyanın en büyük padişahı sensin. Ama unutulursan… işte o zaman insan kendi gölgesinden bile korkar.”
       Söyledikleri içime işledi. Banka oturmak için izin istediğim o kadın, birdenbire bana hayatın en ağır gerçeğini anlatıyordu: yalnızlığın ağırlığını.
Koridorun gürültüsü içinde Zeliha Nine, bankın demirine yaslanmıştı. Yavaşça gözlerini bana çevirdi. Yüzündeki kırışıklıklar, yılların, acıların ve kayıpların izlerini taşıyordu. Sesi titrek ama ağır, her kelimesi yüreğe işleyen bir ağırlıkta çıktı:
— “Evladım… İnsan yaşlanınca, bankta oturacak yer değil, gönlünü koyacak yer arar. Yıllar geçer, insanlar gider; kalan yalnızlık, işte o ağır yük… Benim içimde öyle bir yük var ki, ne doktor ne ilaç dindirir. Kocamı genç yaşta toprağa verdim, oğlumu şehit verdim, torunlar uzak şehirlerde büyüdü… Yalnızlık budur evladım. Bunu her yaşlı bilir, her genç anlamaz.”
       Sözleri durakladı. Gözlerindeki yaşlarla birlikte derin bir hüzün akıyordu.
— “Bazen derim ki, ölümden korkmam… Ölüm bir gün gelir, alır götürür. Ama insan unutulduğunda ölür. Ardından kimse ‘rahmetle anılsın’ demez, kimse hatırlamaz. İşte asıl acı budur. Kalbimdeki ağrı da bundan… İçim yalnızlıkla dolu, gözlerim hatıralarla. İnsan her gün bir parça kaybeder, sonra bir gün fark eder ki, geriye yalnızlık kalmıştır.”
       Bir an sessizlik oldu. Koridordaki uğultu, anonslar, hemşirelerin telaşı sanki yok olmuştu.
— “Evladım,” dedi sonra, sesini kısarak ama sözü ağırlaştırarak, “bunu unutma: İnsan hayatta ne koltuğa muhtaçtır ne bankta oturmaya. İnsan hayatta anlayışa, sevgiyi hissetmeye muhtaçtır. Bir torun sarılışı, bir dostun başını okşaması, bir iyi söz, bir dua… İşte en büyük zenginlik budur. Para, makam, gösteriş… Bunların hiçbiri kalbini doyurmaz. Ömür dediğin, paylaştığın sevinç ve acılardır. Bunları unutursan, bütün banklar, bütün koltuklar sana yetmez.”
       Gözlerim dolmuştu. İçimde bir sızı hissettim; bir kadının hayatıyla, kayıplarıyla ve dersleriyle yüzleşmek, insanın kendi ömrüne de bakmasını sağlıyordu.
— “Evladım,” dedi son bir kez başını sallayarak, “yaşlanınca bil ki en büyük öğretmen yalnızlık ve acıdır. Ama insanın kalbini boş bırakmaz, hatırlayan, anlayan birine yer açarsa… işte o zaman insan ölmez, hatırlanır. İnsan, unutulmadığı sürece yaşar.”
        Ve ağır adımlarla muayene odasına yürüdü. Koridor sessizleşmişti. Zeliha Nine’nin sözleri, bankın soğuk demirine değil, insanın yüreğine işlenmişti. O an anladım ki; hayatın en kıymetli dersleri, bazen sessizce, yaşlı bir ninenin dudaklarından dökülen sözlerde saklıydı.