Cep Telefonu Bizi Esir mi Alıyor?

Basri GÜLER basriguler58@yaani.com

Akşamüstüydü. Gökyüzü turuncuya çalan bir kızıllıkla örtülmüş, ufuktaki bulutlar incecik tüller gibi süzülüyordu. Masanın üzerinde sessizce duran cep telefonunun ışığı yanıp söndü. O küçücük ekran, kimi zaman bir sevincin habercisi, kimi zaman bir hüznün taşıyıcısı oluyordu.
Ali Gördeste işyerinden eve gelip, telefonu eline aldı. Birkaç dokunuşla açılan pencerede annesinin yüzü belirdi. O kırışmış elleriyle başörtüsünü düzeltiyor, gülümseyerek, “Oğlum, nasılsın?” diyordu. Sanki yan odadaymış gibi, sanki kokusu burnunda, sesi kulağının dibindeydi. İçini bir sıcaklık kapladı; işte o an telefon iyi bir arkadaştı. Yolu uzakları yakın ediyordu.
Bir başka gün dostlarını aradı. Kahkahalar ekranın camına çarpıp odaya dağıldı. Sohbet koyulaştıkça, bazen kelimeler kısaldı, bazen harfler düşüp kayboldu. “nbr” yazdı bir arkadaşı, diğeri “ok” diye yanıtladı. İlk başta yabancı gelen bu kısaltmalar artık göz açıp kapayıncaya kadar anlaşılıyordu. Konuşmanın tadı, kısalmış kelimelerde bile saklıydı.
Ama bazen de başka bir yönünü gösteriyordu telefon. Sessizce açılan sohbet sayfalarında İngilizce kısaltmalar, ardı ardına sıralanan emojiler, gülücükler, kızgın yüzler… İnsanın yüzündeki gerçek duyguyu gizleyen maskeler gibiydi bunlar. Bir gülücük ikonu, belki gözyaşlarını örtüyor, bir “like” işareti, belki kırgınlığı saklıyordu. Telefon, işte o an, insana oyun oynayan, duygularla dalga geçen bir kötü arkadaşa dönüşüyordu.
Ali bazen telefonu elinden bırakıp odanın sessizliğine bakardı. Gerçek sohbetlerin, göz göze bakışların, yan yana gülüşlerin eksikliğini hissederdi. Ama yine de, uzakları yakın eden, annesinin gülüşünü, dostlarının sesini taşıyan o küçük cihazın hayatındaki yerini inkâr edemezdi.
Cep telefonu… Ne tam iyi, ne tam kötü. İnsan bazen onunla kucaklaşır, bazen ondan kaçmak isterdi. Fakat her seferinde aynı hakikatle yüzleşirdi: En güzel teknoloji bile, insanın kalbindeki gerçek samimiyetin yerini tutmazdı.
Sabah güneşi pencerenin arasından süzülürken Ali telaşla evden çıktı. Elinde yine o değişmez yol arkadaşı vardı: cep telefonu. Sokakta yürürken, kulaklarına takılı kulaklıkla annesinin bir gece önceki ses kaydını dinledi. “Oğlum, kendine dikkat et…” diyordu annesi. Yüreği titredi. Bir ses, bazen en güzel dua kadar kıymetliydi. Telefon işte o an, kalbine dokunan bir dosttu.
Otobüse bindiğinde manzara bambaşkaydı. Herkes başını eğmiş, parmakları ekranların üzerinde geziniyordu. Kimse kimseye bakmıyor, yanındakiyle iki kelime konuşmuyordu. Çocuklar bile camdan dışarıya bakmak yerine rengârenk emojilerle süslenmiş sohbet sayfalarında oyalanıyordu. Telefon, sanki araya görünmez duvarlar örüyor, insanı insandan uzaklaştırıyordu. İşte bu haliyle kötü bir arkadaştı.…
Akşam olunca eve döndü. Küçük kızı koşarak boynuna sarıldı, ama o, cebindeki titreşime bakmadan duramadı. Küçüğün “Baba, bak bana!” diyen gözleriyle ekran ışığı arasında bir an kararsız kaldı. İşte, en büyük imtihan buydu. Telefon, bir yandan sevdiklerine bağlayan bir köprüydü; öte yandan, en yakınındaki sevgiyi görmezden getiren bir perde.
Ali, o gece telefonu masanın üzerine koydu. Pencereden yıldızlara baktı. Düşündü:
“Demek ki mesele telefon değil… Onu nasıl kullandığımız. Bazen hayatı kolaylaştıran sadık bir dost, bazen kalplerin arasına giren sinsi bir düşman. Asıl olan bizim kalbimiz, bizim seçimimiz.”
Akşam yemeği vaktiydi. Sofra kurulmuş, tencerenin içinden çıkan buhar mutfağı sarıp sarmalamıştı. Dudu özenle yaptığı yemeği masaya koydu. “Haydi çocuklar, yemek hazır!” dedi. Oğlu Emin elinde telefonla ağır adımlarla geldi, gözlerini ekrandan ayırmadan sandalyeye oturdu. Küçük kız, masaya koşarak oturmuş, gözlerini parlatan bir heyecanla annesine ve babasına bakıyordu.
“Baba, bugün okulda bana aferin dediler!” dedi kız, sesi incecik bir çiçek gibi masanın ortasına düşmüştü. Ali tam cevap verecekken telefonuna gelen bildirim ışığı gözünü aldı. “Bir dakika kızım…” dedi, başını eğip ekrana baktı. O küçücük yürek suskunlaştı, sesi içindeki odalara saklandı.
Emin’in durumu daha da vahimdi. Çatalı bir elinde, telefonu diğerinde tutuyordu. Hatta bazen tuvalete bile oyununu bırakmadan gidiyor, kapının arkasından bile kahkahaları ya da öfke dolu seslenişleri duyuluyordu. Dudu oğluna baktı, sonra kocasına… İçinde derin bir sızı hissetti. Sofra, eskiden ailece sohbet edilen, gülüşlerle dolan bir yerken şimdi herkesin kendi içine kapandığı sessiz bir adaya dönüşmüştü.
Küçük kız, gözleri dolu dolu, yeniden denedi:
“Anne, bak bugün resim yaptım.”
Dudu’nun eli çocuğunun yanağına gitmek isterken, o da farkında olmadan telefonuna gelen bir mesajı okumaya daldı. “Bir dakika kızım…” dedi. Küçük kız, sessizce kaşığıyla tabağını karıştırdı.
O an evin içinde görünmez bir duvar örülmüştü. Telefonların ışıkları, masanın üzerindeki lambadan daha parlak yanıyor; ama o parlaklık, kalpleri aydınlatmıyor, gölgede bırakıyordu.
Ali, başını kaldırıp kızının donuk bakışlarını görünce irkildi. Yüreğinde ince bir kırılma hissetti. “Biz ne yapıyoruz?” diye geçirdi içinden. Sevdiği eşine, geleceği olan çocuklarına bakıyordu ama aralarına giren o küçük cihaz, en değerli anlarını çalıyordu.
Telefonlar bazen annesini, dostlarını, uzakları yakın etmişti; ama aynı evin içindeki insanları uzaklaştırmaya başlamıştı. İlişkiler incelmiş, kelimeler kısalmış, göz göze bakışların yerini ekran ışıkları almıştı.
Ali’nin içinden güçlü bir karar geçiyordu: “Belki de en çok sevdiklerimize, en çok yüzümüzü dönmemiz gerekir. Ekrana değil, onların gözlerine…”
Yıl 2025…
Ali bir sabah resmi daireye gitti. Eline aldığı sıra numarasıyla bekledi, sonunda numarası yandı. Masanın arkasında genç bir bayan memur oturuyordu. Başını kaldırmadan, parmakları cep telefonunun ekranında dolaşıyordu. Ali çekinerek yaklaştı.
“Hanımefendi, benim dosyamı alabilir miyim?” dedi.
Memur, gözlerini telefondan ayırmadan bir şeyler mırıldandı. Çekmeceden evrakları çıkardı, Ali’ye uzattı. Ali dikkatle baktığında, belgenin başkasına ait olduğunu gördü.
“Bu benim değil… Siz bana yanlış verdiniz.” dedi.
Memur şaşırmış gibi başını kaldırdı, ilk kez göz göze geldiler. Mahcup bir gülümsemeyle özür diledi, sonra doğru dosyayı bulup verdi. Ama Ali’nin içi burkuldu. “Demek devlet dairelerinde bile yüz yüze konuşmak kayboluyor artık…” diye düşündü. İnsan, insana bakmaz olmuştu.
Eve döndüğünde Dudu’yla oturdu. Sessizlik vardı odanın içinde. Bir süre birbirlerine baktılar. Ali, sabah yaşadıklarını anlattı. Dudu derin bir iç çekti.
“Biz de farkında olmadan aynı şeyi yapıyoruz Ali. Kızımız konuşmak istiyor, oğlumuz bizden ilgi bekliyor… Ama biz hep o ekrana bakıyoruz. Bugün resmi dairede seni inciten şey, evimizin içinde de oluyor.”
Ali başını salladı. “Haklısın Dudu. Bizi birbirimizden koparıyor bu hâl. Çocuklarımızla, seninle, kendi hayatımla arama mesafe koyuyor. Ama artık böyle gitmemeli.”
O gece ikisi karar aldı. “Artık aile içinde telefonsuz saatler olacak. Sofraya telefon girmeyecek. Çocuklarımız konuşurken gözlerine bakacağız, onların sözlerini dinleyeceğiz. Belki çok zor olacak ama deneyeceğiz.”
Dudu’nun gözleri doldu. “Belki de en büyük hediyemiz, birbirimize ayırdığımız zaman…” dedi.
O an evin içinde görünmez bir ferahlık dolaştı. Henüz hiçbir şey değişmemişti ama umut kapıdan içeri girmişti. Akşam çökmüştü. Günün yorgunluğu yavaş yavaş evin duvarlarına sinerken, mutfaktan kızarmış ekmeğin kokusu, ocakta kaynayan çayın buharıyla karışıp yayıldı. Dudu sofrayı kurdu, tabakları dizdi, kaşıkların şıngırtısı odada yankılandı. Ama bu akşam farklıydı. Masanın kenarında cep telefonları yoktu.
Ali, o küçük cihazları bir kutuya koymuş, oturma odasının köşesine bırakmıştı. “Bugün birbirimize bakacağız, ekrana değil.” demişti. Emin önce homurdandı, dudaklarını büktü. Küçük kız ise heyecandan gözleri ışıldayarak babasına sarıldı. “Gerçekten mi baba? Bugün sadece biz mi olacağız?”
Masaya oturdular. İlk kez sessizlik ekran ışıklarıyla bölünmedi. Küçük kız, elindeki renkli defteri çıkardı. “Bakın, bugün okulda resim yaptım.” dedi. Kâğıdı masanın üzerine koyduğunda herkes başını eğdi. Mavi bir gökyüzü, kocaman bir güneş ve el ele tutuşmuş dört kişilik bir aile çizmişti. Altına da titrek harflerle yazmıştı: “Biz.”
Dudu’nun gözleri doldu. Parmak uçlarıyla kızının saçlarını okşadı. “Ne güzel çizmişsin yavrum… Sen bizim kalbimizi çizmişsin.” dedi.
Ali boğazındaki düğümü yutkundu. İçinde yıllardır özlediği bir sıcaklık kabarıyordu. Emin, önce sessiz kaldı. Telefonunu özleyen bakışlarını saklamak ister gibi tabağına baktı. Ama birden konuşmaya başladı:
“Biliyor musunuz… Oyunda bugün yeni bir seviyeye geçtim. Ama sizinle böyle oturmak daha değişik… Sanki… daha gerçek.”
Ali gülümsedi. “İşte oğlum, hayatın en güzel seviyeleri bu masada geçiliyor.” dedi.
Çay bardaklarından buhar yükselirken sohbet açıldı. Eski günlerden, çocukluk anılarından bahsettiler. Dudu gençliğinde yaşadığı bir hatırayı anlattı, herkes kahkahaya boğuldu. Küçük kız şarkı söyledi, Emin kardeşine eşlik etti. Masanın etrafında, uzun zamandır kaybolmuş olan bir şey yeniden canlanıyordu: göz göze bakışların, içten gülüşlerin sıcaklığı.
Gece ilerledikçe evin duvarları bile sanki derin bir nefes aldı. O küçücük kutuda duran telefonlar sessizdi, ama evin içinde konuşan kalpler vardı. Ali başını kaldırıp ailesine baktı. İçinden geçirdiği cümle dudaklarından döküldü:
“En güzel ekran, sizin gözleriniz… En güzel bağlantı, kalplerimizin birbirine değmesi.”
Dudu’nun yanağından bir damla yaş süzüldü, küçük kız annesinin elini tuttu, Emin de utanarak babasının eline elini koydu. O an, evde ışıklardan daha parlak bir şey vardı: aile olmanın gerçek huzuru.