Ahmet İNCE

Ahmet İNCE

gordesgazetesi@gmail.com

Muttakiler!

27 Mayıs 2020 - 13:50

Allah Kitabında, insana çeşitli hitaplarla seslenmiştir. 'Ey İnsanlar', 'Ey müminler', 'Ey iman edenler' gibi. Uzun süredir dikkatimi çeken ve merakımı yükselten bir hitap daha var. Ve hatta hitabın ötesinde; varlığına ve kişiliğine, imanına ve inancına işaret edilen bir kesime, Kur'an vurgu yapıyor.
            Allah hitabında, o kesimi 'Muttakiler' olarak isimlendiriyor. Bakara suresinin ilk ayetlerinde de, muttakilerin özelliklerini sıralıyor. Peki, kim bu muttakiler? Uzun süredir, bu konu üzerinde çalışıyorum.
            Önce Muttakileri anlatan ayetlere bir göz atalım.
            'İşte o Kitap budur, içinde şüpheye yer yoktur. MUTTAKİLER için bir rehberdir.' (Bakara–2)
            'MUTTAKİLER; Allah'a içten inanan, namazı tam kılan ve verdiğimiz rızıkları yerli yerince harcayanlardır.' (Bakara–3)
            'Sana indirilene de senden önce indirilene de inanıp güvenen onlardır (Muttakilerdir) Onların ahirete olan inançları kesindir.' (Bakara- 4)
            'Sahiplerinin (Rablerinin) doğru yolunda olanlar onlardır (Muttakilerdir) Umduklarını bulacak olanlar da onlardır (Muttakilerdir)' (Bakara- 5)
            Muttaki kelimesinin anlamı için, çeşitli meal ve tefsirlere baktım. Anlamın bazılarında geçiştirildiğini, bazılarında yerine oturmadığını, bazılarında da Kur'an bütünlüğü dikkate alınmadan bir karşılık verilerek yetinildiğini gördüm.
            İman edenler ve müminler hitabının ötesinde, muttaki bir kesimden bahsedilmesinin bir hikmeti olmalıydı. Allah bize bir şey anlatıyordu. Kelimeyi anlamadan, muttakileri tanımak mümkün olamazdı.
            Lügatleri araştırdım. Kelimenin kökü 'İttika' idi. Buradaki ‘ka' uzun okunuyordu. Ve şu anlama geliyordu: Sakınma ve çekinme; Allah'tan korkma.
            Yine ittika kelimesi; bu defa ‘ka' kısa okunmak şartıyla şu anlamları da veriyordu: Dayanma, yaslanma, söylenme.
            Dolayısıyla muttaki kelimesi; Allah'a içten inanan, sakınan ve çekinen, imanın gereğini hayatına uygulayan, Rabbine dayanan ve yaslanan anlamlarına geldiği anlaşılmaktadır. Tıpkı Fatiha suresinde olduğu gibi. Ancak sana sığınır, ancak senden yardım dilerim diyebilenler, aslında muttakiler değil midir?
            Âdemden Muhammed Aleyhisselama ve bugüne uzanan tarihi seyir içerisinde, Allah'a iman etmenin ne çetin bir iş olduğunu gördüm. Kur'an, önceki kavimlerin cürümlerini öylesine tafsilatlı anlatıyor ki ürkmemek elde değil. Peygamberlerini yalanlayan, öldüren, davetine uymayan nice kavimden bahseden Kur'an; inandık deyip, inancını yerine getirmeyenleri de şiddetli bir biçimde tenkit ediyor.
            Günümüzün geleneksel din anlayışında; kelime-i şahadet getirerek Müslüman olunur genellemesi, Kur'an hakikatine uymuyor. Çünkü Allah'a iman etmek, bunun da ötesinde bir şeydir. Allah'a dayanmayan, sığınmayan, korkmayan ve çekinmeyen, ummayan ve ahirete bağlanmayan, kelime-i şahadet getirse bile iman etmiş sayılmaz.
            Dolayısıyla iman etme, son derece çetin bir meseledir.
            Çünkü toplumların; kendilerine bir uyarıcı gönderildiğinde, ilk itirazları inanma yönüyle olmamıştır. Ekonomik şartları, siyasi ve sosyal konumlarını dikkate alarak nebi ve resullere karşı çıkmışlardır. Zamanla ilahi daveti kabul etseler bile, çoğunlukla çekincede kalmışlardır. Bu yüzden nebi ve resullerin mücadelesi zorlu, ıstıraplı ve çileli geçmiştir.
            Kur'an bilgisi ve Muhammed Aleyhisselamın 23 yıllık mücadelesi iyi öğrenilmeden, bu gerçeği anlamak mümkün değildir. İşte bu yüzden; Kur'an'ın ısrarla anlatıp, özelliklerini sıraladığı muttakileri de tanıma imkânı olmaz.
            Bunun yolu da; Resulullah'ın hayatını siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yönleriyle didik didik edip öğrenmek ve bunlarla ilgili inen ayetleri eşlemekten geçer. Muttaki gerçeğini kavrayabilmek için, uzun zamandır benzer bir çalışmanın içindeyim.
            Mekkeli müşrikler Allah'a inanıyor ancak putları şefaatçi yapıyordu. Kâbe'nin hizmetini kusursuz yerine getiriyor, hac zamanı iyilik ve ikramda bulunuyor, gelen hacıları ağırlıyorlardı.
            Mekke, devrinin en önemli ticaret merkezi ve şehriydi. Kur'an bu yüzden, Mekke için 'Ümmül Kur'a' tabirini kullanmıştır. Yani karyelerin anası demektir. Kabile asabiyetinin yüksek olduğu bu şehirde, canlı bir ticari hayat vardı. Yemen-Mekke-Şam ve hatta Basra'ya uzanan güzergahta, devrin büyük ticaret kervanları çalışıyordu.
            Kabileler ticari ve siyasi bakımdan devasa statüye sahipti. Efendiler vardı, bir de köleler.
            İşte Muhammed Aleyhisselama bu yüzden karşı çıktılar. İktisadi ve siyasi konumlarının bozulacağından korktukları için, onunla mücadeleye giriştiler. Akıl almaz yolları denediler.
            Bunlardan birisi de, Umumi Boykot idi. Bazı kaynaklar bunu, İktisadi Ambargo olarak ta isimlendirmiştir. Haşimoğulları ve Muttalipoğulları, akrabaları Muhammedi koruma altına alınca, müşrikler adeta delirmişti. Bu himaye; Muhammed'in getirdiği dine iman yönüyle değil, akrabalık bağları yönüyle idi.
            Peygamberliğin 7. yılında, müşrikler bir araya gelerek iktisadi ambargo kararı aldı. Bu kararı, ahit ve misaklar üzerine yazarak Kabe'ye astılar. Bu karara göre; Muhammed kendilerine teslim edilinceye kadar oğullarıyla kız alıp vermemeye, alış veriş yapmamaya, oturmamaya, evlerine girmemeye, konuşmamaya yemin ettiler.
            Müslümanlar, Ebu Talip'in bulunduğu mahalleye çekilmek zorunda kaldı. Haram ayları dışında sokağa çıkamadılar. Mekke halkı; Müslümanların alım gücünü düşürmek için, malların kıymetini arttırma yoluna gitti. Yine Mekke'ye gelen yiyecekleri ve ticaret erbabını serbest bırakmadılar. Herkesten önce, bu malları satın aldılar.
            3 yıl süren bu ambargo döneminde, Müslümanlar ağaç kabuğu ve deri yemeye mecbur kaldı. Açlıktan bağıran kadınların ve çocukların sesleri, 3 yıl boyunca devam etti.
            Neydi Allah'a iman?
            Sabırdı, dayanmaydı, sığınmaydı ve ziyadesiyle imtihandı. Kur'an onların durumunu şöyle dile getirdi:
            'Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız. Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu da şiddetle sarsılmışlardı. Öyle ki peygamber ve onunla beraber iman edenler ‘Allah'ın yardımı ne zaman gelecek' demişlerdi. Bilin ki Allah'ın yardımı çok yakındır.' (Bakara–214)
            İman iki dudak arasından çıkan söz müdür? Allah iman edenlerin yaşadığı zorluğa şöyle cevap veriyordu:
            'İnsanlar sadece iman ettik demekle bırakılıverileceklerini ve imtihana çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar?
            Gerçekten Biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Elbette Allah sözüne sadık olanları bilir, yalancıları da' (Ankebut 1–3)
            Kur'an bilgisine sarılmadan, iman gerçeğini kavramak zorlaşıyor. Dolayısıyla muttaki kavramını da. Şu ayet ne kadar titreticidir:
            'İman eden ve imanlarına şirk karıştırmayanlar var ya; işte onlar, güven onların (hakkıdır). Doğru yolu bulanlar da onlardır.' (En'am–82)
            Demek ki iman edip, imana şirk bulaştıranlar da olabiliyormuş. Mesele şirkten uzak, muttakilerin parıldattığı imana sahip olabilmektir.
            Akabe Biatının ikincisinde yaşananlar, yazının konusu çerçevesinde beni derin düşüncelere sevk etti. Yaşananları iktisadi, siyasi ve sosyal yönleriyle inceleyemezsek iman kavramını hakkıyla idrak edemeyiz.
            Nübüvvetin 13. yılında Medineli Müslümanlar, Muhammed Aleyhisselam ile bir araya geldi. Akabe'de kendisini Medine'ye davet ettiler. Ancak bu davetin gerçekleşmesi, pek çok zorlu soruyu da beraberinde taşıyordu. Mesele salt iman tercihinin de ötesine gidiyordu.
            Taraflar arasında görüşmeler devam etti, konuşmalar yapıldı. En son Nebimizin amcası Abbas konuştu. Bu konuşmaya dikkatinizi çekmek istiyorum:
            ''.Eğer onu muhaliflerine teslim edecekseniz, onu aranıza aldıktan sonra yalnız ve çaresiz bırakacaksanız, şimdiden onu bırakın.' (İbn Hişam, Siretün Nebeviye, cilt:1 sf: 440–441)
            Son sözü Muhammed Aleyhisselam söyledi: 'Hanımlarınız ve çocuklarınızı şerrinden koruduğunuz şeylerden, beni korumanız üzerine sizinle biat ediyorum.' (Bu hadis, Ahmet b. Hanbelden rivayettir.)
            Mutabakat tamamlanmış fakat taraflar arasında kaygılar henüz giderilmemişti. Medineli Müslümanlardan birisi, Muhammed Aleyhisselama şöyle sordu: 'Ya Resulallah! Bizimle bir takım insanlar (Yahudiler) arasında ahitler var. Biz şimdi bu ahitleri keseceğiz. Biz böyle hareket eder de, Allah sonra kavmine dönmeyi ve bizi terk etmeyi emrederse ne olur?' (İbn Hişam, a.g.e sf:446)
            Muhammed Aleyhisselam, bu buz misali soruya şöyle cevap verdi: 'Artık ben sizdenim. Siz de bendensiniz. Sizin savaştığınız kimselerle savaşır, barış yaptığınız kimselerle barış yaparım.'
            İman yolu nice engeller ve dikenlerle doludur. Bir yanda Abbas'ın, bir yanda Medinelilerin kaygıları elbette boşuna değildir. Zira Müslümanların Medine'ye yerleşmesi, bölgenin ticari hayatı bakımından da büyük risk taşımaktadır. Niçin mi?
            'Kızıldeniz sahili boyunca Yemen'den Şam'a giden ticaret yolunun, en stratejik bölgesi Medine idi. Mekke halkı her yıl Şam ile 250.000 altın dinar miktarında bir ticaret yapıyordu. Bu durum müşrikler için bir felaketti.' (S. Mübarek Furi, Peygamberimizin Hayatı ve Daveti, sf: 164)
            Medineliler için de benzer bir risk vardı. Muhammed Aleyhisselama sahip çıkmakla, Mekkelilerin yaptırımlarına maruz kalmaları kaçınılmazdı. Yazar bu durumu şöyle açıklıyor: 'Bilindiği gibi Medine halkı, büyük bir servete sahip değildi. Bunun içinde iktisadi dengesi hemen bozulmuştu. İşte bu zor iktisadi şartlar içerisinde; İslam'a karşı olan kuvvetler, bir çeşit iktisadi boykota kalkışmışlardı. Bu yüzden ithalat azalmış, iktisadi durum bozulmuştu.' (a.g.e sf:182)
            Muhammed Aleyhisselamın mücadelesini anlayamazsak, olaylara ve insana indirilen ayetlere kulak veremezsek, muttakilerin kimliğini ve imanını nasıl öğrenebiliriz. Devam ediyorum.
            Savaşın kazanılmasından sonra, Muhammed Aleyhisselam Bedir'de üç gün kaldı. Ordu arasında ganimet yüzünden ihtilaf çıktı. 3 kesim ganimetin kendi hakları olduğunu iddia etti. Anlaşılır gibi değildi yaşananlar. Sonra Nebimiz emretti: 'Herkes aldığı ganimetleri getirsin.' Getirdiler ve teslim ettiler. Ancak son derece üzücü bir olaydı.
            Allah Müslümanların bu durumuna, şu ayetle uyarıda bulundu: 'Sana harp ganimetlerinin kime ait olduğunu soruyorlar. De ki: ‘Bu ganimetlerin taksimi Allah'a ve Resulüne aittir.' Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Gerçek mümin iseniz, Allah'a ve Resulüne itaat edin.' (Enfal–1)
            Uhut'ta daha farklı bir dram yaşandı. Savaşın en stratejik yerinde tepeye yerleştirilen okçular vardı. 50 kişiden oluşan keskin nişancılardı bunlar. Nebimiz onlara şöyle tembih etmişti: 'Arkamızı iyi koruyun. Bizim öldürüldüğümüzü görseniz, yerinizi bırakıp bize yardıma gelmeyin. Bizi ganimet toplarken görseniz de, gelip bize katılmayın.' (İbn Hacer, Fethül Bari, cilt:7, sf:330)
            Savaş Müslümanların lehine döndüğü bir anda, Müslümanlar ganimet paylaşımına başladı. Bunu gören okçular, ganimete koşmak istedi. Komutanları Abdullah b. Zübeyir, Muhammet Aleyhisselamın sözlerini hatırlattı. Fakat dinlemediler ve şöyle dediler: 'Vallahi, kardeşlerimizin yanına gidecek ve ganimetteki payımızı alacağız.' (Sahihu'l Buhari, Cilt:1, sf:426)
            Uhuttaki bozgun böyle geldi. Sahabiler, ganimeti Nebinin sözüne tercih etmişlerdi. Bakın sonra neler oldu: 'Kuşatma içine düştüklerinde bir gurup Müslüman gaflete düşerek, sadece kendilerini kurtarmaya kalkıştılar, savaştan kaçma yolunu tuttular, savaş alanını terk ettiler. Hatta bu guruptan bazıları Medine'ye vardı. Bir gurup ise dağa, yükseklere çıktılar. Bir gurup ise dönüp müşriklerin arasında kayboldular. Birbirlerini vuran Müslümanlar oldu..' (S. Mübarek Furi, Peygamberimizin Hayatı ve Daveti, sf:267)
            Muttakiler! Zamana, şartlara, ekonomik duruma ve statüye göre inanmazlar, iman etmezler. İçten inanırlar. İmanlarına hiçbir ölçü koymazlar. Allah'a dayanırlar, Allah'tan umarlar. Ahirete inandıkları gibi dünyada hayat sürerler. Allah yolunda harcarlar.
            Umduklarının karşılığını bulacak olanlar da onlardır'
            Dün ve bugün, değişen bir şey yok. 

Bu yazı 1903 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum