Emine ATAMAN KOÇ

Emine ATAMAN KOÇ

52emineataman@gmail.com

Japonca Konuşma Yarışması

23 Ekim 2016 - 23:32

Sene 1991, Japonya seyahatimden yaklaşık iki yıl sonraydı. Japonca öğrenmeye başladığımdan bu yana dokuz yıl geçmişti. Rehberlikte ise beş yılım dolmuştu. Kaç zamandır katılmayı düşündüğüm Japonca konuşma yarışmasının üçüncüsü ya da dördüncüsü yapılıyordu. Ben de hazırlıklarımı tamamladım Japonca Konuşma Yarışması'na başvurdum.
              Yarışma, İstanbul Japonya Başkonsolosluğu, Japon İşadamları ve Türk-Japon Kadınları Dostluk ve Kültür Derneği İstanbul Şubesi tarafından düzenliyordu. Yer olarak da Japon kültür sanat etkinlikleri, film haftalarının düzenlendiği Atatürk Kültür Merkezi'nin giriş katında yapılıyordu.
           Başvuru formunda özgeçmişimle birlikte, yapılacak konuşmanın metni de isteniyordu, onu da gönderdim. Elemelerden sonra kabul edildiğim bildirildi. Yarışma orta ve ileri düzeyde olmak üzere iki seviyede düzenlenmişti.   Ben orta seviyede yarışmaya katıldım. Yarışmacı, seçtiği konuyu yazılı bir metne bakmadan ezberden anlatacaktı. Süresi tahminim 5-10 dakikaydı.
             Konuşma süresinin sınırlı oluşu ayrıca, ezberden yapılacak olması beni düşündürdü. Ancak yarışmaya girmekten vazgeçmedim. Günler öncesinden çalışmalarıma başladığımı söylemeliyim. İlk önce yarışma konumu belirledim, kompozisyon halinde yazdım. Özel dersler de aldığım Japonca hocamla yazdığım metni gözden geçirdik.
             Katılımcılar, üniversitelerin Japonca bölümlerinde okuyanlar, Japonca kursu öğrencileri, Japonya'ya gitmiş, Japoncayı orada öğrenmiş kişilerden oluşuyordu. Japonların dışında, Japonca bilen herkes katılabiliyordu. Meslektaşlarımdan benim dışımda bir kişi daha vardı.
              O gün, hazırlıklarımı elimden geldiğince tamamlamış olarak salonda yerimi aldım. Ön sırada Jüri üyeleri, yarışmacılar, akrabaları, arkadaşları ve izleyicilerle salon tıklım tıklımdı. Bu arada heyecanımı yenmeye çalışıyordum. Sıram geldi sahneye çağrıldım. Işıkların altında Jüri üyelerine doğru eğilerek herkesi selamladım. Üç konudan ikisini gayet güzel bir şekilde anlattım. Buraya kadar kendimi kontrol ettim ama son konuya geldiğimde şaşırmaya başladım, cümleleri atladım. Son bölümünü tamamlayamadım. Selamlama kısmına da haliyle yeterince özen gösteremedim. Aslında kaç kez okumuş ezberlemiştim. Toplum karşısında, Jürinin önünde yarışmak kolay değildi, heyecanımı yenememiştim. Bütün bildiklerim uçup gitmişti bir anda. Akışlar arasında konuşmamı bitirip sahneden indim.
            Yarım saatlik aradan sonra da sonuçlar açıklandı. İleri seviyede dört yıl Japonya'da kalmış, ilk defa orada gördüğüm otuz yaşlarında bir bey birinci olmuş. Japonya'ya gidiş-dönüş uçak bileti kazanmıştı. Orta seviyede yani benim grubumda birinciliği kazananın ismini aradan uzun yıllar geçti ne yazık ki hatırlayamıyorum.
            Dereceye giremeyenler sahneye çağrıldı anı plâketleri verildi. Orada bulunan konsolosluk görevlilerinden birkaç kişi seçtiğim konunun ilginç olduğunu, ileriki yıllarda mutlaka tekrar yarışmaya girmemi önermişlerdi.
            Yıllar sonra, Türk-Japon Kadınları Dostluk ve Kültür Derneği İstanbul Şubesinde yazmanlık yaptığım yıllarda bu yarışmalara izleyici olarak gittim. Çoğu yarışmacının davranışlarının benden pek farklı olmadığını gördüm.
            Bir yarışmacı, heyecanından sahnede konuşmasını unuttu, hiçbir şey hatırlayamadı dönüp yerine oturdu. Sanıyorum başka bir yıldı, genç bir kız konuşmasını yaparken bayıldı, oradakilerin yardımlarıyla yerine oturtuldu su içirilerek kendilerine getirildi. Orada her seferinde kendimi yarışanların yerine koymuştum. Onların heyecanlarını iyi anlamış, sahnede jürinin karşısında gösterdikleri gayretlerini de çok takdir etmiştim. Japonca gibi zor bir dilde konuşma yarışması yapmak kolay değil.
Keşke tekrar tekrar girseydim belki kazanırdım diye düşünüyorum. Ayrıca, böyle yarışmalarda yer almanın insana çok şeyler öğrettiği kanısındayım. Ama her şey insanın istediği gibi gitmiyor. Yılın 12 ayı çalıştığım yıllardı, bir daha zaman ayıramadım.
           Yaşamımda iki şeye üzüldüğümü söylemeliyim. Mesleğim için gerekli olduğunu düşündüğüm Arkeoloji bölümünü okumak istemiştim. Bu bölüme gidebilme koşullarım oluştuğu sıralar devam mecburiyeti getirildi. Arkeoloji bölümünde okumak ve Japonca konuşma yarışmasına tekrar girip şansımı denemek içimde ukde kalmıştır.
1991 yılında katıldığım Japonca konuşma yarışmasına ait metni aşağıya ekledim:
            'Herkese Merhaba,
            Ben Emine Koç. Bugün sizlere çocukluğumda yaşadığım üç anımı anlatmak istiyorum.
            İç Ege bölgesinin küçük bir köyünde dünyaya geldim. Geleneksel bir Anadolu ailesinin ferdiyim. Babam hem toprakla, hem de ticaretle uğraşırdı. Cami imamının olmadığı günlerde de caminin imamlığını yapardı. Beş kardeşiz, üç kız iki erkek, ben en ortada yer alıyorum.
            İlk önce İlkokul döneminde unutamadığım anımdan başlamak istiyorum. İlkokul bire gidiyorum. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar olan bütün öğrenciler aynı sınıfta ders yapıyorduk.
            Bir gün ders sırasında yaşadığım olay kalbimde derin izler bıraktı. O olayı hâlâ hatırlarım, hiç unutamam. Coğrafya dersi sırasındaydı. Öğretmen dünya haritasını tahtaya astı.
            'Bakınız çocuklar,  bu kırmızı yer Türkiye. Komşularımız, kuzeyde Rusya, güneyde Suriye, Irak, Doğuda İran, batı komşularımız Yunanistan ve Bulgaristan' dedi. Ben bu haritayı görünce çok şaşırdım ve üzüldüm Türkiye neden bu kadar küçük diye. O gün çocuk aklımla Türkiye benim bütün dünyamdı. Dünya sadece Türkiye'ydi ve dünyanın da en güzel yeri köyümüzdü. Sonra Türkiye'nin dışında yer alan ülkeler neden bu kadar çoktu.
            Dersten çıktıktan sonra hemen evin yolunu tuttum. Üzgün bir şekilde annemin yanına vardım. Anne, Türkiye neden bu kadar küçük? Öğretmen bugün coğrafya dersinde haritayı tahtaya astı Türkiye'nin yerini gösterdi. Tırnak kadar kırmızı bir yerdi. Anne gerçekten Türkiye bu kadar küçük mü? Düşman ülkeler çok büyüktü. 'Anne, Yunanlı düşmanlar bizim akrabalarımızı ve hayvanlarımızı öldürmüş, köyümüzü ve buğday tarlalarımızı yakıp küle çevirmişler, yine gelirlerse ne yaparız?'  diye bir bir sordum.
            Annem her zaman olduğu gibi 'Emine kızım korkma bir şey olmaz. Öğretmenin daha çok genç hiçbir şey bilmiyor. Allah bize her zaman olduğu gibi yine yardımcı olur' dedi. Annem teselli etti, ama ben yine de uykularımda günlerce karabasan rüyalar gördüm.
            Her duyduğumu merak eder, hemen anneme sorardım. Annemin bilgileri Gördes çevresiyle sınırlıydı. Okuma yazma bile bilmiyordu. Doğal olarak tarih ve coğrafya bilgisinden yoksundu. Ona göre her olayda Tanrıdan yardım istemek ve Tanrıya inanmak yeterliydi.
            Annem bizlerin doğum tarihlerini de bilmezdi. Anne benim doğum tarihim kaç, ne zaman doğdum diye sorardım. 'Emine seni ben darı (mısır) soyumu mevsiminde doğurdum' derdi. Ben de bu yüzden doğum tarihimi tam olarak bilmiyorum. Yaklaşık olarak Eylül ayı başında karar kıldım. Darı (mısır) soyma mevsimi yaklaşık on beş yirmi gün sürer. Annemin dediğine göre ablam ilkbaharda, ağabeyim zemheride, ben darı soyumu mevsiminde, kardeşim Atike güzün, erkek kardeşim Hüseyin kış ortasında doğmuşuz.
            İkinci anım da yine rüyalarımda bile bana korku yaşatan bir şeyle ilgili:
            Çocukluğumdan on beş, on altı yaşıma kadar günlerim İslami bilgiler, namaz sureleri ve kuran okumayı öğrenerek geçti. Dolayısıyla beş vakit namaz kılmaya dikkat ederdim. Ama okula giderken ya da oyun oynarken, kendimi oyuna kaptırıp namaz kılmayı unuttuğum durumlar da oluyordu. Bu durum karşısında annem bana: 'Emine ibadetlerini yerine getirmeyen insanlar ölünce domuz gibi olacaklar, cehenneme gidecekler. Cehennemde cezaları affedilinceye kadar kızgın sacın üzerinde namaz kılacaklar' derdi. Annemin dediklerini dikkatle dinlerdim. Keşke dinlemeseydim, her şeyi ciddiye alan bir çocuktum. Korku dolu hikâyeler uykularımın içine kadar girer, karabasanlı günlerim, yine günlerce sürerdi.
Çocukluğumla ilgili iki anımdan sonra, bir de biraz büyüdükten sonra yaşadıklarımı anlatmak istiyorum:
            Çocukluk arkadaşım ve komşumuz olan eşim İbrahim ile liseyi bitirdikten sonra nişanlandık. Üniversite'den mezun olduğu yıl da evlendik, İstanbul'a taşındık. İbrahim bitirmiş olduğu bölümde asistan olarak göreve başladı. İstanbul'a taşındıktan sonra, okumaya fırsat buldum. Çocukluğumda ve ilk gençlik yıllarımda okuduğum kitapları bıraktım. Daha çağa uygun, dünya ile ilgili kitaplar okumaya başladım. Dünya konusunda olsun, insanlar konusunda olsun, düşüncelerim tamamen değişti.      
İşte ben bu duruma yeniden dünyaya gelme, yenilenme diyorum. Dünyamızın barış içinde olması, bütün ülke insanlarının birbirleriyle iyi geçinmesine ve dost olmasına bağlı. Bu dostlukların gelişmesi gezilerle ve dil öğrenmekle oluyor. Gezmek maddi olanak gerektiriyordu. Ama ekonomik durum iyi olmasa bile, yapabileceğim şeyler vardı. Yabancı dil öğrenip, o ülkeler hakkında bilgi edinebilirdim. Seçtiğim ülke Japonya ve dili de Japoncaydı. Japonca benim için bir hazineydi. Öğrenmek için fazla para gerekmiyordu ama yılmadan çalışmak gerekiyordu.
            Bu düşüncelerle Japonca öğrenmeye başladım. Yıllar sonra Japonya'ya gittim. Tarihini, kültürünü ve insanlarını gördüm sonunda, hayalim gerçekleşti.
            Unutamadığım üç anımı sizlerle paylaştım. Beni dinlediğiniz için sizlere çok teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.'

Bu yazı 1344 defa okunmuştur.

YORUMLAR

  • 0 Yorum